Meclise gelen ek bütçe, ana bütçenin yüzde 61.7’si kadar. Büyük bölümü dış ve iç borçlar, KKM, SGK ve savaşa ayrılan ek bütçeye ilişkin konuşan akademisyen Özgür Müftüoğlu, önümüzdeki günlerde halkın ödediği vergilerin daha da artacağına dikkat çekti.
Meclise gelen ek bütçe tartışmalara neden oldu. Zira bir önceki bütçenin yüzde 61.7’si kadar olan bütçe, ek olmaktan ziyade genel bütçenin bile yarısından fazla. Bütçe içinde ayrılan harcamalar da ayrı bir tartışma konusu. Çünkü her ne kadar AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın maaşı ile gündeme gelse de özellikle dış ve iç borç, Kur Korumalı Mevduat hesapları (KKM), Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ve savaşa ayrılan ödenekler ciddi boyutta.
Ek bütçede iç ve dış borç faiz ödemelerine 89.4 milyar TL, Kur Korumalı Mevduat (KKM) hesapları için 40 milyar TL, SGK’ya ise 200 milyar TL aktarılması öngörülüyor. Bunun yanı sıra savunmaya da ek bütçe isteniyor. Ekonomistlerin çoğu ek bütçenin bu kadar yüksek olmasının enflasyonun yükselmesi ile açıklıyor. Akademisyen Özgür Müftüoğlu ise ek bütçenin halktan daha çok vergi alınacağı anlamına geldiğini de hatırlatıyor. Bütçenin yanı sıra devam eden asgari ücret tartışmasına da ek bütçeden bir işaret var. O da 200 milyar TL’lik SGK ödeneği. Bu da devletin sermayenin yükünü hafiflettiği anlamına geliyor.
Akademisyen Özgür Müftüoğlu, hem bütçeye hem de asgari ücrete dair ANF’nin sorularını yanıtladı.
Ek bütçe tartışmalarında çok yüksek ve belli yerlere ayrılan ödenekler dikkat çekiyor. Ek bütçeyi tam olarak nasıl tanımlamak lazım?
Ek bütçe meclise geldiği zaman TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Başkanı AKP’li Cevdet Yılmaz hem turizm gelirlerinden, hem ihracat gelirlerinden fazlamız var, biz bunu halkımıza dağıtacağız, dedi. Bunu da sosyal harcamalar şeklinde yapacaklar ve böylelikle sosyal adaleti sağlayacağız diye sunacaklar. Tabii bunun hiçbir inandırıcılığı yok. Bütçe dediğimiz şeyin bir geliri bir de gideri vardır. Öncelikle ek denilen bütçe çok büyük bir miktar. Yasal olarak 6 ay önce mecliste diyorsunuz ki, “2022 yılında şu kadar bütçe ihtiyacım var.” Bunu yasa haline getirip mecliste kabul ediyorsunuz. Daha 6 ay dolmadan neredeyse önceki bütçenin yüzde 61.7’si kadar büyük bir oranda ek bütçe istiyorsunuz. Bunu ek değil başlı başına “yeni bir bütçe” olarak tanımlayabiliriz.
Peki diğerinden farkı ya da önemi ne?
Gelir ve giderler kısmı çok önemli. Cevdet Yılmaz her ne kadar bunu sosyal adaleti sağlamak için yapıyoruz, diyorsa da siyasi iktidar gelirler kısmını büyük ölçüde vergiler üzerinden planlamış. Bunun en önemli kısmının KDV ve ÖTV, yani dolaylı vergiler üzerinden alınması öngörülüyor. Dolayısıyla toplumun tüketimine yönelik vergiler bunlar. Yani ekmek, domates ya da buzdolabı alırken ödenenler. Bu şu anlama gelir; bunların da önümüzdeki dönemde fiyatı artacak demektir . Dolayısıyla bütçe gelirinin büyük bir kısmı zaten toplumun cebinden çıkacak paralarla alınacak.
Özellikle misal, ÖTV’de petrol ve doğal gazdan alınacak 47,2 milyar, diyor. Onun dışında alkollü ürünler, tütün ve motorlu taşıtlarla ilgili vergiler de yükseltilecek. Önümüzdeki dönemde toplumun daha fazla vergi ödeyeceğini öngörüyoruz. Zaten enflasyon yüksek. Enflasyon nedeni olan etkenlerden dolayı kur farkının artması; gıdadan tutun da enerjiye ağır şeylere kadar dışa bağımlı olmamız nedeniyle kur artışlarının doğrudan fiyatlara yansıması gibi şeyler zaten fiyatlar yükseltiyor. Şimdi bir de bunun üzerine vergi gelecek. Yani biz önümüzdeki dönemde sadece bu nedenden dolayı bile enflasyonun ve fiyatların daha da artacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ek bütçedeki harcamalar nerelere ayrılmış durumda?
Örneğin 200 milyar TL Sosyal Güvenlik Kurumuna, diyor. Şimdi ilk baktığınız zaman şunu diyorsunuz; kamu çalışanlarının maaşları ve asgari ücret yükselecek oradan primler gelecek. Ama bunun esasına indiğiniz zaman aslında bunların çok büyük bir kısmı sermayenin sosyal güvenlik payı, yani işverenin işçinin sigortası için ödeyeceği payın devlet tarafından üstlenmesi demek. Yani devlet şunu yapıyor: “Sen işçi çalıştır, onun sigorta primini ben ödeyeceğim.” Dolayısıyla “ben” dediği kim? Biz. Yani işçinin ve bizim cebimizden çıkıyor o pirim.
Asgari ücrete zam hem Türk- İş Başkanının Cumhurbaşkanını ziyareti sırasında hem de işverenlerle yapılan toplantılar ve açıklamalarda gündeme geldi. Burada büyük ölçüde zaten işverenler, “biz ücretler artmasın demiyoruz” diyorlar. Yani evet asgari ücret artsın ama bunu biz ödemeyelim diyorlar. Dolayısıyla ücretlerde bir miktar, yani göreceli olarak bir artış olacaksa bile bu da kamunun yani genel bütçe içerisinden harcanacak ya da işsizlik sigortası fonundan karşılanacak. Yani yine işçinin bir cebinden alınacak ve diğer cebine verilmiş gibi olacak.
Diğer taraftan borçlar da giderek artıyor ve dış borç faizleri de yükseliyor. Dış borç almak için belli bir kredi puanınızın olması gerekli. Türkiye ise giderek güvenilirliğini kaybeden bir ülke haline geldi. Risk primi sınırı 300’dür; bunun üzerine çıktığı zaman riskli ülkeler içerisine giriyorsunuz ve daha fazla faizle para alabiliyorsunuz. Türkiye’nin risk prim puanı şu an 820.63. Neredeyse sınırın üç katı yükseklikte. Dolayısıyla dışarıdan alınan borçlara olağanüstü faizler ödeniyor.
Elbette bu bütçeyle ödeniyor değil mi?
Elbette bütçe üzerinden yani bizim cebimizden ödeniyor. Dolayısıyla buradaki giderlerin önemli bir kısmı da borç faiz ödemelerine ayrılmış. Esas itibarıyla baktığınızda toplumun sırtını daha fazla yükün binmesi anlamına geliyor. Burada önemli bir nokta daha var, o da sosyal yardımlara ayrılan paylar. AKP hükümeti 20 yıldır, yani iktidara geldiğinden bu yana zaten bu sosyal yardım üzerinden yürüyen bir politikası oldu. Her seçim döneminde de sosyal yardımlar üzerinden oy devşirme çabasında olan bir anlayış içerisinde. Dolayısıyla burada yine yoksullaştırılmış olan halkın sosyal yardımlarla konsolide edilme çabası yatıyor.
Bir de savunmaya ayrılan pay var; o da zaten savaş bütçesi. Genel bütçe içerisinde de önemli bir paydı. Yani özetle; bu bütçe bir taraftan savaşa ve borçlara gidecek. Bir nebzecik de sosyal yardım diye en yoksullaştırılmış olan kesimlere dağıtılacak. Ama onun dışında emekçiye halka hiçbir şey yok. Tam tersine vergiler vesaireler yoluyla da halkın sırtlarındaki yük ağırlaştırılmış olacak.
Bunların yanı sıra asgari ücret zammı tartışması var. Siz de söylediniz; bu defa Erdoğan ekstra olarak “Asgari ücret artışı yapılırken bakanlığımız özellikle belli sayıya kadar personel çalıştıran işverenleri gözetecek bir yöntem de geliştirecektir” dedi. Bu asgari ücretin kademeli hale getirilecek olması anlamına mı geliyor?
Bu ülkede ya da bu bölgede, şurada, burada bundan daha aşağıya bir ücret olamaz. İşçinin kendisini yeniden üretebileceği, yani ertesi gün tekrar işe gidebileceği, en temel ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli olan paradır bu. Emeğinin karşılığı bile değildir asla. Öyle bile düşünmemek lazım. Çünkü emeğin karşılığını asgari ücretle ölçemezsiniz. Asgari ücret en az olacak tutardır. Siz ha 55 kişilik iş yerinde ha 500 kişilik çalışan iş yerlerinde ya da bin kişilik çalışan iş yerlerinde çalışın, ne fark eder? Sonuçta gidip aynı marketten aynı ekmeği, aynı domatesi almayacak mısınız?
Ki asgari ücret bile başlı başına tartışmalı, çünkü bir kişi üzerinden hesaplanır. Ama kalkıp çalışan sayısına bakarak bunu değiştiriyorsunuz. Asgari ücretin genel tanımlaması anlayışına da karşılık gelmiyor bu söylenen. ILO’nun normları vardır. Bu da geniş işçi sınıfı mücadelesiyle kazanılmış haklardır, havadan gelmiş şeyler değildir. Bunlar evrensel yasalar şekline gelmiştir ve siz Türkiye’de bunu en olumsuz şekilde yorumlayarak reva görüyorsunuz zaten. Bir de kalkıp işçiye bu ücreti de kademelendirmeden bahsediyorsunuz! Bu aynı zamanda işçilerin arasındaki katmanlaşmayı da rekabeti de ayrışmayı da körükler. Bizim anayasamız açısından da yasalar açısından da mantıklı bir karşılığı yok.