İmralı’daki tecrit herkesedir!

“Bir insanı öldürmekten ya da fiziki işkenceye maruz bırakmaktan daha ağır bir ceza ne olabilir ki?” sorusunun ilk akla gelen yanıtlarından biri tecrittir. Kürt halk önderi Abdullah Öcalan yıllardır özel bir tecritle her gün idam ediliyor, her gün fiziki işkenceye maruz bırakılıyor. Kürt halkı da onunla birlikte aynı zulme uğruyor. Keza Abdullah Öcalan bu halk için herhangi bir isim değil. Kendisini bir ulus olarak yeniden inşa etmesinin baş mimarı ve yapıcısıdır. Onun bu halkın yüreğinde ve belleğindeki manevi moral karşılığı koca bir tarih ve gelecektir. Herbiri için o, onlarca yıl içinde kaybettiği evladı, kardeşi, yakını, sevdiği dahası canıdır. Kürt halkının yaşadığı tarihsel acıları yaşamamış, o acılarla inşa edilen hakikati kavrayamamış biri ya da birileri bu gerçeği anlayamaz.

Bir Kürt kadını boynunuza sarılıp “Önderimiz özgür olmadan bize yaşam da özgürlük de yok” dediğinde bunu öylesine söylememiştir. Bu onun için en önemli hakikattir ve o sözler de bunun doğrudanlığı, doğallığıyla dökülür ağzından. Bir çocuk “Be serok jiyan nabe!” sloganını haykırdığında bu ona öğretilmemiştir. Bir halkın bütününe yayılmış ortak bir ruhun ifadesinin bir çocuğa sirayet etmiş halidir. Tam da bu nedenle her ikisi de ince bir sızı gibi içinize işler, “bu halkın çığlığına daha ne kadar bigane kalınacak”  diye kahredersiniz.

Kürt Halk Önderi’nin her gün idam edilmesi, her gün işkenceye maruz kalması anlamına gelen ve tarihte eşi benzeri olmayan özelleştirilmiş sistematik tecrit, bu halkın gelecek umutlarına, kazanma iradesine ve yarattığı tüm değerlere konulmuştur bir ipotektir esasında. “Bunlardan vazgeç” mesajıdır. Ne Öcalan onlardan vazgeçiyor ne de halk… O nedenle de her gün yeni bir halka ekleniyor bu acımasız işkenceye.

Nitekim 25 Mart 2021 tarihinden bu yana sözkonusu tecridin en vicdansız biçiminin devreye sokulmasıyla, uluslararası dengeler, işgal, Kürt halkına yönelik çöktürme planının en acımasız biçimlerinin devreye sokulması arasında doğrudan bir ilişki vardır.

Öcalan uluslararası bir komployla Türkiye’ye getirildiği Şubat 1999’dan bu yana iç hukuk ve uluslararası hukuk devre dışı bırakılarak, ona özgü olarak inşa edilmiş tek kişilik bir ada hapishanesinde tutuluyor. Bu yıllar boyunca da hep siyasi rehine muamelesi gördü. Kimi zaman aile ve avukatlarıyla görüştürüldü, çoğu zamansa “koster bozuk”  ya da “disiplin cezası var” denilerek insan sesi duymaya hasret bırakılmaya çalışıldı. Fakat son bir yıldır bu kapkaranlık bir nitelik kazandı. Ne ailesi ne avukatları görüşebiliyor. Ayrıca İmralı’ya götürülen dört tutsakla yasal hakkı olan “sosyal etkinliklerde” bir araya gelmesi de engelleniyor. Yukarıda da belirtildiği gibi bu durumun çöktürme planıyla doğrudan ilişkili olduğunu anlamak güç değil. Bu plan, bölgesel dengeler ve Kürt korkusuyla yayılmacı hayallerin köpürtüldüğü bir zemin üzerinden en acımasız biçimlerle, çok çeşitli araçlarla uygulanırken, İmralı’daki tecritle daha da koyulaştırılmış oluyor.

Kaldı ki İmralı’daki tecrit kendinde bir şey değil. Tarih boyunca cezaevlerinin tek başına cezaevi olmadığı gibi… İmralı’ysa kendisinde birçok anlamı toplayan özel bir politik simgedir. Sadece Kürt halkına yönelik sınırlarda ele almak da eksik ve hatalı bir yaklaşım olur. Nasıl ki Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürt sorunu faşist rejim yapılarının temel sacayağı olmuşsa, bugün de öyledir. Tam da bu nedenle muhteva olarak demokrasi sorununun en önemli ayaklarından biridir, hatta en önemlisidir. Bu sadece devlet ve rejim biçimlerindeki faşist taşlaşmanın çözülmesi anlamında değil, işçi ve emekçilerin demokratik bir kültürle dönüşmesi, şoven-milliyetçi önyargı ve zehirlenmeleri tükürerek demokratik bir toplumsal dönüşüm yaşamaları açısından da böyledir.

Bu ülkede bırakalım devrim derdi olanı, demokrasi diyen herkesin tam da bu nedenlerle İmralı gibi özelleştirilmiş bir tecrit işkencesine karşı mücadelesi özünde önemli bir demokratik mücadelenin nirengi noktasına asılması demektir.

Kürt halkı önderlerinin CPT ile görüşmeye de çıkmadığını öğrenmiş olmanın kaygılarıyla yatıp kalkıyor, hayatından endişe duyuyor. Onu bu kaygılarında tek başına olmadığı duygusuyla güçlendirmek, yanında olunduğunu her biçimle hissettirmek görevdir. Bu, bu ülkenin en güçlü demokratik birikimi ve direniş odağı olan Kürt özgürlük hareketine ve genelde Kürt halkına bir borç olduğu kadar Türkiyeli devrimci demokrat kesimlerin ve aslında işçi ve emekçilerinin kendi gelecekleri açısından da tarihsel bir zorunluluktur.

Kürt halkıyla Türk halkı arasında inceldikçe incelen kardeşlik köprülerinin tamamen uçurulmaması için şimdi değilse ne zaman?

Alınteri

Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir