Devlet Sağlık Çalışanlarını Neden Hedef Haline Getiriyor? / Ümit Bakır

Neredeyse iki yıldan uzun bir zaman dilimi boyunca tüm dünyanın ilk gündemi olan Corona virüs ve pandemi konusunda alınan önlemler bir bir kaldırılıyor. Salgının başlangıcından günümüze değin çok farklı çevrelerden binlerce tez ve iddia öne sürüldü. Bunlardan en öne çıkanlar: “Bu laboratuvar virüsü, üretken olmayan emekliler ölsün diye yaratıldı, ABD Çin’e karşı üretti, Küresel kapitalist yeniden dizayn için ön hazırlık olarak abartıldı” vs. Elbette bu iddiaların bazıları doğru bazıları komplo teorisi olabilir. Bu konuda çok yazıldı, çizildi. Muhtemelen bu konu, uzun bir zaman daha gündemdeki yerini koruyacaktır. Fakat pandeminin bize gösterdiği en çıplak gerçek, kapitalizmin her şeyi olduğu gibi sağlığı da kâr-zarar denkleminde ele alan ideolojisi üzerinden yoksul ülkelerle aşıları paylaşmaması.

Kapitalist devletler toplumsal mücadeleyle kazanılmış, kâr değil halkın yararı gözetilen tüm kurumları sistematik bir şekilde tasfiye etmektedir. Sağlıkta, “Sağlık reformu, Sağlıkta Restorasyon” gibi yaldızlı kelimelerle neredeyse son 40 yıldır uygulanan özelleştirme ve neo-liberal saldırıların öncelikli hedeflerinden birisidir. Halkın ezici bir kesiminin kırsal alanda yaşadığı 1970’lere kadar olan dönemde sağlık esasta devlet açısından çok ciddi bir sorun değildi.Çünkü rejimin propagandası için birkaç “idealist” sağlıkçıyı göstermelik atamalar dışında bu bölgelerde yaşayan insanlar tamamen kendi kaderine terkedilmişti. Büyükşehirlerde ise normalleşmiş “bıçak parası”, “özel muayenehane ziyareti sonrası tedavi” uygulaması ile parası olan sağlık hizmetlerine erişebiliyor kalanlar ise “kaderine” razı oluyordu.

12 Eylül faşist darbesi sonrası hayatın bütününde yaşanan geriye düşüş sağlıkta da benzer şekilde gerçekleşiyordu. Kamu hastanelerinin bütçeleri ve SSK’nın kapsamı hızla daraltılırken, özel hastaneler mantar gibi çoğalıyordu. Tabii sağlıkta yaşanan bu hızlı piyasalaşma yeni bir olguyu günlük yaşamın parçası haline getirmişti: Hastane faturasını ödeyemeyen hastaların “rehin alınması”. Günlük gazetelerde “anne ve yenidoğan bebeği 1 aydır rehin” vs. haberleri görmek artık normalleşmişti.

AKP iktidarı ise bu piyasalaşmayı kademeli bir şekilde derinleştirdi. Genel Sağlık sigortası (GSS) ile sahip oldukları Yeşil Kart ile tedavi olabilen işsizler ve yoksullardan oluşan geniş bir kesim sağlık güvencesinden yoksun bırakılırken Şehir Hastaneleri politikası ile hastaneler şehir dışına taşınmış, halkın hastanelere ulaşımı konusunda ciddi bir engel yaratılmıştı. Sigorta kapsamında olan çalışanlar ise katılım payı uygulaması ile tedavi ve ilaçlar için para ödemek zorunda bırakılmıştı. Tüm bunlara ek olarak ta pek çok ilaç ve hastalık sağlık sigortası kapsamı dışında tutularak “tedavisi pahalı hasta ölsün” politikası benimseniyordu. Halkın sağlık alanında kazanılmış haklarının tırpanlanmasından sonra “tasarruf” konusunda sıra artık sağlık çalışanlarına gelmişti. Özel Hastanelerin sağlık sisteminin asli öğesi haline getirilmesine paralel, bu hastanelerde çalışanlar kamudakilerden farklı olarak sendikalaşma vs. haklardan yoksunlaştırılmışlardı. Sendika girişimi bile işten atılma için yeterliydi. Tam gün yasası ile “ya kamu, ya özel” mecburi tercihine zorlanan ve ekonomik hareket alanları iyice daraltılan sağlıkçılar, sonrasında performansa dayalı çalışma ve aile hekimliği yasaları yüzünden mesleğini yapamaz hale getiriliyordu. Kamuda ve özel sektörde iş güvencesinden yoksun sözleşmeli çalışmak zorunda kalan sağlıkçılar 36 saat nöbet ve günlük 300-400 hastaya “hizmet” verme sorumluluğu ile karşı karşıyaydı artık.

Kademe kademe yaşama geçirilen bu özelleştirme, piyasalaştırma ve örgütsüzleştirme siyaseti ile sağlık sistemi fiili olarak bitiriliyordu. Fakat bu enkazın faturasının birine kesilmesi, en temel tedavi hizmetlerine dahi artık ulaşamayan halkın öfkesinin bir yerlere yönlendirilmesi gerekiyordu. Sağlık politikalarının birinci dereceden sorumlusu hükümet olmasına karşın fatura sağlık çalışanlarına kesiliyor, şiddet vakaları cezasızlık politikası ile “teşvik” ediliyor, aldıkları “yüksek” maaş üzerinden sağlık çalışanları hedef haline getiriliyordu.

İnsanlık dışı muamele ve düşük ücretler karşısında sağlık alanında kitlesel olarak mesleği bırakma ya da yurtdışına kaçış yaşanıyor. Bu durumun kısa orta vadede halka yansıması çok vahim olacaktır.

Açıktır ki sağlıkta yaşanan kriz önümüzdeki günlerde daha da derinleşecektir. Devlet açısından bu krizden çıkışta sağlık çalışanlarını hedef haline getirme dışında bir çıkar yol kalmamıştır. Birleşik Mücadele Güçleri, sistemin halkı ve sağlık çalışanlarını karşı karşıya getiren “kurtla boğan, çobanla ağlayan” siyasetini yaygın şekilde teşhir ederken, bunu aşma noktasında sağlık emekçileri ve farklı sektörlerde çalışan emekçileri birleşik ve ortak hedeflere kilitlenmiş kampanyalarda buluşturma siyasetini daha da derinleştirmelidir.

Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir