Göçmenlik bir tercih değil, emperyalist yağmacılığın sonucudur

Bugün her ne kadar ütopik ve uzak bir hayal gibi görünse de çok değil bundan 223 yıl öncesine yani Fransız Devrimine kadar ki dönemde dünya üzerinde kimlik, pasaport gibi özel bir belgeye ihtiyaç duymadan dilediğiniz yere  yolculuk edebilirdiniz. Fransız Devrimi ile egemenliğini ilan eden burjuvazi ve kapitalizmin “özgürlük rüzgarı “ kısa sürede ulusal pazarını ve yeni egemen sınıfın imtiyazlarını korumak adına yarattığı “görünmez sınırlar” günümüze geldiğimizde dünyayı adeta bir hapishaneye çevirmiştir. Emperyalizm çağı ile birlikte ise dünyanın her bir parçası kuyumcu hassasiyeti ile paylaşılmış ve bu adaletsiz paylaşımda binlerce yıldır o topraklarda yaşayan halklara ise “bura artık kağıt üzerinde sizin değil” dahi denilebilmiştir. Dört parça Kürdistan’da yaşanan trajedi bunun en somut örneğidir.

Emperyal çıkarları için tüm insanlığı iki kez dünya savaşına sürüklemiş ve bugün bölgesel savaşlarla bunu devam ettiren, tek tek ülkelerin demografik yapıları üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda toplum mühendisliği yapan bir sistemin göç hareketlerinden şikayet etmesi kadar gerçeklikten kopuk bir duruş olamaz. Gerek bölgesel savaşlar, gerekse de emperyalist yağma ekonomisinin yol açtığı doğal yıkım ile şiddetlenen iklim krizinin sebep olduğu kuraklık, seller, orman yangınları ve kıtlık gibi felaketlerden kaynaklı göç hareketlerinin birincil sorumlusunun kim olduğu açıktır.

Yaşadığımız Türkiye-Kürdistan coğrafyasında son 100 yıl içinde  Türk, Kürt, Rum, Pontus, Ermeni, Asuri pek çok ulus ve ulusal azınlık kitlesel göç zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştır. Balkan savaşları sonrası yüz binlerce Türk Anadolu’ya sürülürken, Ermeni soykırımı ile yüz binlerce Ermeni Orta-doğu ve Avrupa’ya gitmek zorunda kalmış, Pontus soykırımı ve mübadele ise milyonlarca Helen ve Pontus’u Yunanistan’a göçmeye mecbur etmiştir. Aynı şekilde Kürt Ulusu da özgürlük talebi ile her ayağa kalktığında katliam ve yaşam alanlarının imha edilmesi yüzünden kitlesel sürgünlerle karşı karşıya kalmış, kalmaktadır. Göçün böyle içsel bir olgu olduğu bir coğrafya da halklar arası düşmanlık değil dayanışma ve empatinin geliştirilmesinin zemini fazlasıyla vardır. Emperyalizm ve bölgesel gerici devletler  bir yandan mülteci düşmanlığı ile sağ ve şoven bir rüzgar estirip tabanlarını motive ederken, aynı anda mülteci topluluklarını birbirlerine karşı “kapıları açarım” tehdidi ile ekonomik ve siyasi çıkar elde etmede bir silah olarak kullanmaktadırlar. Bu karmaşık denklemin pek çok bileşeni olmakla birlikte tek kaybedeni tartışmasız mültecilerdir.

Kitlesel göç hareketleri ile karşı karşıya bulunan ülkelerin devrimci ve ilerici güçleri bu meselede uzun vadeli bir hareket planı ve berrak bir siyasete sahip olmak zorundadır. Milyonları aşan mültecinin Türkiye ve Kürdistan’da dönemsel ikamet etmediği açıktır. Siyasal İslamcılar daha bugünden, tüm dünya da genel eğilim olarak ilerici ve sosyalistlere yakın duran  mültecileri, Ulusal Özgürlük Hareketine ve Sınıf Hareketine karşı maniple etme “İslam kardeşliği” ile egemen ideolojisinin yedek gücüne dönüştürme yönelimi içindedir. Osmanlı’dan günümüze kadar köklü bir devşirme geleneğine sahip devlet aklı, nasıl ki 100 yıl önce Arnavut ve Kafkas mülteci topluluklarını egemen ulus milliyetçiliği içinde eritip ezilen halklara ve emekçi sınıflara karşı bir silaha dönüştürdüyse bugünde aynı eğilim Arap ve Afgan mülteci toplulukları üzerinden planlanmaktadır. Bu plan Türkiye ve Kürdistan’ın devrimci-demokratik değişiminin önünde güçlü bir barikata dönüşmeden deşifre edilmeli, mülteci toplulukları ile doğrudan ve eşit temsile dayalı birleşik bir mücadelenin temelleri bugünden atılmalıdır. Faşizmin aralıksızca devam eden topyekun saldırısı devrimci, ilerici, yurtsever güçlerin örgütsel zayıflığı bir realitedir ama AKP/MHP iktidarının  mülteci topluluklarına karşı uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını teslim etmek yerine “misafir” diyerek statüsüzlüğe mahkum ettiği, CHP’nin ise “iktidara gelince hepsini geri göndereceğiz” gibi faşizan söylemi karşısında Birleşik Mücadele Güçlerinin tüm mülteci toplulukları için :  anadilde eğitim, eşit işe eşit ücret, uluslararası anlaşmalardan doğan hakların verilmesi gibi konularda daha yüksek sesli bir siyaseti bugünden inşa etmesi yarının daha güçlü birleşik mücadele hattının temeli açısından hayatidir.