“Zaman bitki kökleri gibi sonsuz dallara sahiptir ve değişkendir. A noktasından B noktasına giden bir tren gibi akmaz. Aksine, bir labirentin koridorlarında dolaşıyormuş hissi verir. Hepimiz, gün içinde bir şeyler hatırladığımızda, anlattığımızda, bir melodi duyduğumuzda bu koridorlardan geçiyor oluruz. Tek yönlü akmaması bundan.”
Bulgar edebiyatının önemli isimlerinden Georgi Gospodinov’un 2020 yılında yayımlanan Zaman Sığınağı adlı romanı bu yılın ocak ayında Metis Yayınları tarafından Türkçe olarak basıldı.
2017’de Hüznün Fiziği, 2018’de de Doğal Roman kitapları ile tanıdığımız Gospodinov, Zaman Sığınağı’nda hafızasını yitirenler için kurulan kliniklerde anıların korunmaya çalışıldığı bir dünya örüyor.
“Eğer birinin hafızasında değilsek, aslında var mıyız?” diye soruyor kitap. Katlara ve odalara bölünmüş kliniklerde her kat bir dönemi temsil ederken, katlardaki tüm ayrıntılar da o zamana göre dizayn ediliyor. Romanda anlatıcının arkadaşı Gaustin tarafından kurulan kliniğin adı “Geçmiş Kliniği”… Geçmiş Kliniği’nin katları arasında dolaşmak zamanda da bir yolculuktur. Hafızasını yitiren Alzheimer hastaları gibi pek çok kişi bu kliniğe sığınır.
Georgi Gospodinov’la unutmak, hatırlamak, ölüm, yaşlılık gibi zamana ve hayata dair konular etrafında dönen Zaman Sığınağı üzerine konuştuk…
Doğal Roman ve Hüznün Fiziği romanlarınızda karakterlerin “zaman”a, geçmişe dair dertleri var. Zaman Sığınağı ise başlı başına bu konu etrafında anlatıyor meselesini. “Zaman”ın sizin zihninizdeki, anlam dünyanızdaki yeri nedir?
Zamanın her şeyden önce bir yanılsama olduğunu düşünüyorum. Bununla beraber zaman konusu her zaman ilgimi çekmiştir. Bazen bilinçli, kimi zaman da farkında olmayarak zaman üzerine düşünürken buluyorum kendimi. Zamanın bildiğimiz gibi üç farklı boyutu var: Fiziksel, tarihsel ve özel yani kişisel. İnsan bu üç boyutun da kesişim noktasındadır. Sadece insan bu üç boyutun tamamında aynı anda bulunabilir. Bir başka şey de zaman ve hafıza konusu. Zaman kavramı hakkında düşündüğümüzde aslında çoğu zaman hafızayı ve geçmişi düşünürüz. Şayet hafıza olmasaydı ne kişisel zaman ne de tarihsel zaman var olurdu. Tarih olmazdı. Ben zamanı düşündüğümde onu vücudumda somut bir varlık gibi hissediyorum. Bunun adı yaşlanmak. Zaman Sığınağı’nda bu “yaşlılık canavarı”na ayrılmış birçok sayfa var. Romanın etrafında döndüğü bunama ve hafıza kaybı gibi konular da doğrudan bununla, yaşlılıkla ilgili zaten.
Zamanın ne olduğunu tanımlamak onu kavramak ve açıklamak için yeterli midir?
Tabii ki yeterli değil. Zamanı takvimlerde gösterebiliriz; günlere ve saatlere bölüp düzenleyebiliriz ama bütün bunlar zamanı evcilleştirdiğimiz veya onun doğasını değiştirebileceğimiz anlamına gelmez. Zaman bizi değiştiren ve tanımlayan bir olgudur. Yani tam tersine, biz ona isyan ederken veya onu anlamak için çabalarken, o bizi evcilleştirir. İnsanın zamanı –bir dereceye kadar– etkilemesinin tek bir yolu var ki, o da zamanı hikâyelere dahil etmek. Hikâyeleri başka bir zamanın içinden anlatırken sanki bir yandan da zamanı yavaşlatırız. Fizik belki biraz da zamanın bu boyutunu incelemeli.
Geçmiş şimdiki zamanın sahibi midir? Gelecekle ilgili ve şimdinin içindeki her şey ve bütün eylemler geçmişle şekil almıyor mu? O halde zaman sığınağı da bir nevi tarih tekerrür eder demek mi?
Zaman Sığınağı’nda iç içe geçmiş zamanları yani zamanın birbirine karışmasını anlatmaya çalışıyorum. Bir ev düşünün. Pek çok odası var ve bu odalar 20. yüzyılın birbirinden farklı on yıllık zaman aralıklarına açılıyor. Bir odadan çıkıp kapısını bile kapatmadan diğer odaya geçiyorsunuz. İşte bugün de yaşadığımız, buna benzer bir şey. Bütün geçmişimiz burada, tek bir yerde toplanıyor. Bugünde…
Zaman insanı değiştiren de bir kavram, ama insanın değiştiğini anlaması için onun içinde olduğunu bilmesi, kabullenmesi gerekiyor. Bunu yazarın kendi adını taşıyan bir kahraman yaratarak ortaya koyduğunuzu düşünebilir miyiz?
Evet, elbette. Yazarken kendimi tek tek bütün kahramanlarımın yerine koyuyorum. Hepsi benim. Yaptığımız şey de tüm kahramanlarımla zamanı aramak ve bahsettiğim koridorların herhangi birinde ona yetişmek için çabalamak. Romanın başındaki epigrafların birinde İngiliz şair Philip Larkin’in dediği gibi: “Günler olmasaydı ne içinde yaşayacaktık?” Zaman bir yanılsama olsa da günlere ihtiyacımız var, daha kolay sayabilmek için.
Geçmişi var eden ve geçmişi geleceğe de taşıyan bir hafızası var insanın. “Kıyamet ve insan”ın iç içe olma nedeni insanın hafızasıyla bir taşıyıcı olması yüzünden mi?
Biz geçmişten yapılmışız. Aynı zamanda her dakika geçmişi yeniden üretiyoruz. İnsan muazzam bir geçmiş makinesi. Geçmişi geleceğe taşımak için hikâyeler anlatıyoruz. Romandaki Gaustin karakterinin söylediği gibi; edebiyat ve insan hikâyeleri zamanımızın yegâne makineleridir.
Metinde beni en çok etkileyen sorulardan biri şuydu: “Eğer birinin hafızasında değilsek, aslında var mıyız?” Bu konuda ne düşünüyorsunuz, insanın varlığı bir başkasındaki yeri kadar mıdır?
Evet, biri bizi hatırladığı veya bizi düşündüğü sürece, kelimenin tam anlamıyla varız. Romanda bu konu şöyle devam ediyor: “Beni çocukken hatırlayan son kişi gitti (öldü).” Çocukluk, bizi çocuk olarak hatırlayan kimse kalmamışsa artık bitmiş demektir. Kitaptaki kahramanlar gibi hafızamızı kaybedersek, biz de yok oluruz.
Kitapta “Geçmiş Referandumu” ve sonrasında yaşananlara bakınca “Unutmak acaba daha mı iyi? Unutulanın tekrar etme olasılığı daha mı düşüktü?” gibi sorular canlandı zihnimde. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yani o ülkelerdeki insanlar seçtikleri on yıllarda yaşananları hatırlamasa yine aynıları mı yaşanırdı, yoksa bugünün deneyimi ve bilgisi tarihin başka türlü yazılma olasılığını açığa çıkarır mıydı?
Unutursak her şey tekrarlanır. Bu yüzden hatırlamalı, hikâyeler anlatmalı ve hafızamızı zinde tutmalıyız. Romanda, “Hafıza ne kadar azsa, geçmiş o kadar fazladır” deniyor. Hatırlamadığınız zaman geçmişin tüccarları ortaya çıkarak size eski ideolojileri, eski şeyleri satarlar. Böylece sürekli tekrarlanan, döngüsel zamanda kısılıp kalırız.
Dünya düzenine bakarak düşünür ve sorgularsak eğer, insanın zamanın elinden aklı başında kurtulması, bu bir tünelse eğer, oradan sağ salim çıkması mümkün müdür? İnsanın yiten ve yitirilen bir şey olduğunu vurguluyorsunuz. Fakat neden insanlar da kaybolan nesneler gibi değil? Hafızası ve geçmişi olan biricik ve tek varlık insan mı yani?
Her canlının hafızası vardır ancak insan hafızası diğer canlıların hafızasından farklıdır. Ağaçların, hayvanların hatta hücrelerimizin bile hafızası vardır. Ama onlar bundan bahsetmezler. Bahsediyorlarsa da onların dilini bilmediğimiz için anlayamayız. Onların hafızaları daha pragmatiktir. Yaşam süreçleri ve türlerinin devamı için bir çeşit araçtır. İnsan hafızası ise çok daha karmaşık ve gelişkindir. Hikâyeler de bu gelişmiş hafızanın ürünleridir zaten. Örneğin biz Homeros’un metinleri sayesinde Truva Savaşı’nı hatırlıyoruz. Ancak o zamanın köpeklerini düşünün, onların bugünkü torunları o savaşı hatırlamıyor. Bu insana özgü bir durum. Bu hatırayı sürdürmek bizim sorumluluğumuz.
Geçmişe hasret duygusu ya da gelecek kaygısı arasında bambaşka bir mesele var aslında: Alzheimer. Bazen hatıralardan kurtulma isteği de çıkıyor ortaya. Yani zaman sığınağı hatırlamak mücadelesini de içeriyor diyebilir miyiz?
Toplumlar ya da tek tek bireyler bazen belli travmatik olayları unutmak isterler. Unutmanın doğası çok ilginçtir ve tam olarak da bilinmemektedir. İnsan bir şeyi zorla unutabilir mi örneğin? Emin değilim. Öyleyse de bu unutma ne kadar uzun sürebilir? Bir yerlerden tekrar çıkmaz mı? İşte bu korkudan kurtulmak için anlatmamız gerekir aslında. Ben buna inanıyorum.
Zaman kökleri olan ve görmediğimiz bir ağa mı sahip? Çünkü onun için “tek yönlü akmaz” diyorsunuz.
Zaman bitki kökleri gibi sonsuz dallara sahiptir ve değişkendir. A noktasından B noktasına giden bir tren gibi akmaz. Aksine, bir labirentin koridorlarında dolaşıyormuş hissi verir. Hepimiz, gün içinde bir şeyler hatırladığımızda, anlattığımızda, bir melodi duyduğumuzda bu koridorlardan geçiyor oluruz. Tek yönlü akmaması bundan.
Metinlerinizde deneyselliğe oldukça yer veriyorsunuz. Okuru şaşırtmayı ve metne dahil etmeyi de seviyorsunuz. Okur da bundan oldukça memnun görünüyor. Metinlerinize post-modern karakter taşıdıkları yorumları var. Peki siz bu metinleri edebiyatta nasıl bir yere koyuyorsunuz?
Anlatma şeklim bir çocuğun dünyaya bakışı gibi. Merak, korku, heyecan, şaşkınlık, sevinç… Anlattığım pek çok şey de çocukluğumla ilgili. Bunun için belki de en çok büyükannem olmak üzere, Borges, Marquez ve 20. yüzyıl Avrupa edebiyatına bağlı hissediyorum kendimi.
AYLİN KAPLAN / Söyleşi