Emekçi sol hareketimizin saflarından Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığına destek veren parti ve örgütlerin bu politik tutumlarını gerekçelendirirken başvurdukları temel bir ortak argüman “halkımıza karşı sorumluluğumuz gereği”.
Bu argüman, Erdoğan diktatörlüğünden kurtulmak isteyen emekçilerin ve ezilenlerin Kılıçdaroğlu’nun adaylığına umut bağladıklarını ve faşist saray rejimine karşı olan bütün parti ve örgütlerce Kılıçdaroğlu’na destek verilmesini beklediklerini, dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun adaylığı etrafında buluşmanın siyaseten zorunlu olduğunu tartışmasız bir doğru olarak sunuyor.
Halklarımızın başlıca demokratik isteğinin Erdoğancı faşist şeflik rejiminden kurtulmak olduğu açık. Bu kurtuluş için seçimleri en önemli fırsat sayan, Kılıçdaroğlu’nun muhtemel seçim başarısını ise yeni bir dönemin başlangıcı olarak gören yaklaşımın halklarımız arasında alabildiğine yayılmış olduğu da bir gerçek. Fakat bu, emekçilerin ve ezilenlerin halihazırda sahip oldukları demokratik bilincin kendiliğinden düzeyidir. Emekçilere ve ezilenlere devrimci veya sosyalist öncülük iddiasındaki bir anlayışın, kitlenin kendiliğinden bilinç düzeyini veri alması ne kadar isabetliyse, bu kendiliğinden bilinç düzeyinde politik pozisyon alması o kadar isabetsizdir. Zira onun öncülük iddiasıyla bağlı politik varoluşu kendiliğinden kitle bilincini dönüştürüp sıçratmayı, daha ileri politik hedeflere yöneltmeyi, gitgide örgütlü öncünün bilinç düzeyine yükseltmeyi gerektirir. Aksi halde öncü misyonsuzlaşıp kitleleşir, kitle ise yönsüzleşip çaresizleşir.
“Halkımıza karşı sorumluluğumuz gereği” deyip Kılıçdaroğlu’na destek açıklamak kendiliğinden bilincin sıradan sözcülüğünden öte bir politik tutum değildir. Böyle olduğu için de halklarımızın faşist saray rejiminden kurtulma arzusunu, insanca ve onurlu bir yaşam özlemini, adalet ve özgürlük istemini Kılıçdaroğlu’nun, CHP’nin ve Millet İttifakı’nın ideolojik-politik hegemonya sahasında kalmaya, burjuva muhalefetin gerici parlamenter restorasyon amacına dayanak olmaya terk etmekle eşdeğerdir.
Buradaki iki temel zaafın üzerinde daha somut biçimleriyle durmalıyız.
İlkin, halklarımıza karşı gerçek sorumluluk, politik İslamcı faşist saray rejimine karşı alternatif diye sunulan burjuva muhalefet programının emekçilerin ve ezilenlerin taleplerine ve özlemlerine yanıt vermekten fersah fersah uzak olduğunu, tamamen sermaye oligarşisinin çıkarına bağlı bulunduğunu, sadece faşist Türk burjuva devletinin siyasi yönetimini ele almayı amaçladığını tüm çıplaklığıyla göstermektir. Yani halklarımızı ölüme karşı sıtmaya razı olmak gibi bir çaresizlikle baş başa bırakmamaktır. Burjuva muhalefetin bu kesinkes gerici niteliğinin bir çırpıda üzerinden atlamak, Millet İttifakı’nda boy gösteren politik İslamcı ve faşist liderleri görmezden gelmek, emekçi sol adına politik beklentileri sanki Kılıçdaroğlu’nun vaatleriymiş gibi sunmaksa tastamam sorumsuzluktur.
İkincisi, halklarımıza karşı gerçek sorumluluk, faşist şef Erdoğan’ın seçim sandığında alacağı olağan bir yenilgiyle siyasi iktidardan vazgeçeceği, seçimlerin tek başına faşist saray rejiminin kaderini tayin edeceği, Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’dan fazla oy toplayıp kolayca cumhurbaşkanı koltuğuna oturacağı inancının derin bir hüsrana götüreceğini göstermektir. Yani halklarımızı bütün umudu seçim sonucuna bağlama yanılgısıyla baş başa bırakmamaktır. Seçimlerde her türlü hilekarlığa ve saldırganlığa girişmesi olası bir iktidar karşısında burjuva muhalefetin seçim sandığı dışında hiçbir mücadele gücü bulunmadığını göz ardı etmek, Millet İttifakı’na aslında sahip olmadığı bir siyasi takat atfetmek, Kılıçdaroğlu’nun sokak direnişlerini defalarca provokasyon saydığını unutturmaksa düpedüz sorumsuzluktur.
Burjuva muhalefetin adayına dolaysız desteği “halkımıza karşı sorumluluğumuz gereği” nakaratıyla gerekçelendirmek, bugünkü politik koşullarda, iyice miyoplaşmış bir parlamentarizmin, antifaşist direniş imkanlarını kötürümleştirici bir legalizmin örtüsünden başka bir şey değildir.
Mesele, salt ilkesel veya ideolojik de değildir, çok daha öncelikli olarak politiktir. Mesele, emekçilerin ve ezilenlerin Erdoğan diktatörlüğüne karşı biriken ve büyüyen tepkilerinin Kılıçdaroğlu ve burjuva muhalefet cephesi eliyle etkisizleştirilip heba edilmesi ya da antifaşist üçüncü cephe öncülüğünde faşist şeflik rejiminin yıkılışına yönlendirilmesidir. Mesele, halklarımızın Erdoğan diktatörlüğünden kurtulma arzusunun esas gerçekleşme adresinin, biricik çare olarak seçim sandığına işaret eden Kılıçdaroğlu, CHP ve Millet İttifakı değil, her şeyi seçim sandığına hasretmeyen devrimci-demokratik mücadele ve antifaşist üçünce cephe olmasıdır. Bugün halklarımıza karşı siyaseten sorumlu ya da sorumsuz davranmanın hakiki mihenk taşı buradadır.
Bir an olsun unutmayalım: Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın çağdaş siyasi tarihindeki bütün örneklerde, emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesi ancak kendi özgüçlerine dayandıkları ölçüde gelişmiş, demokratik mevziler ancak dişe diş savaşımlarla kazanılabilmiştir. Kılıçdaroğlu’nun emekçi soldan kimilerince heyecanla karşılanan adaylığı ne halklarımızın özgürlük mücadelesinin gelişimi için bir sıçrama tahtasıdır, ne de Erdoğan’ın faşist şeflik rejimine son vermek için kritik bir imkandır.
Erdoğan diktatörlüğüne son verilecekse, bunun yolu emekçilerin ve ezilenlerin dört bir yanda “Tayyip Erdoğan defol!” diyerek büyütecekleri eylemlerden geçmektedir.
Erdoğan diktatörlüğüne son verilecekse, seçim anı, deprem katliamına karşı tepkileri antifaşist bir siyasal saflaşmaya dönüştürmeye, 1 Mayıs’ı faşist icazet sınırlarından özgürleştirecek hamleler yapmaya, muhtemel faşist katliam saldırılarına karşı özsavunma komiteleri kurmaya, seçim gecesi varoşlarda barikatlarla direnişe hazırlanmaya, emekçi mahallelerinde, işçi havzalarında, lise çevrelerinde, üniversite kampüslerinde, kent meydanlarında “Tayyip Erdoğan defol!” mücadelesini örgütlemeye odaklanılacak önümüzdeki bütün bir politik muharebe sürecinin bir uğrağı olarak ele alınmalıdır.
Erdoğan diktatörlüğüne son verilecekse, bunu başaracak büyük güç, seçim sandığından Kılıçdaroğlu’na çıkan oyların sayısında değil, ezilenlerin birleşik antifaşist direnişinde cisimleşecektir.
Şimdi halklarımıza karşı hakiki sorumluluğun gereği, burjuva muhalefetin politik hegemonya sahasında gözü kapalı dolanmak değil, ezilenlerin birleşik antifaşist direnişini yeşertmeye adanmaktır.