Faşist İktidarın Acı Reçetesi: “Ekonomik Kurtuluş Savaşı”

Emperyalist tekellerin yılmaz savaşçısı faşist tek adam diktatörlüğü bilerek ve isteyerek halkı yoksulluğa, açlığa, işsizliğe mahkum ediyor. Bir yandan ülkenin bütün zenginlikleri emperyalist tekellere yok pahasına peşkeş çekilirken, öte yandan ayda üç beş ayrı işte çalışıyor görünümlü ve ayda 100 ile 200 bin TL arası maaş alan torpilli iktidar yanlısı bürokratlar, devlet garantili yol, köprü, hava limanı, şehir hastaneleri vb. yapan ve kasalarına milyarlarca dolar indiren beşli çete müteahhitleri var. Devlet insiyatifinde on binlerce tonluk yapılan uyuşturucu ticaretinde, milyonlarca insanı zehirleme pahasına trilyonlarla açıklanabilecek kara para sermayesi var. Gemicikleri, hanları, hamamları ve sarayları; yabancı bankalarda istiflenmiş Euro ve dolarları söylemeye gerek yok.

Kısacası, bir eli yağda, bir eli balda, sofrasında kuş sütü eksik olmayan bu faşist iktidar, “fedakarlıktan”, “acı reçeteden” ve “ekonomik kurtuluş savaşı”ndan söz etmekten utanmıyor.  Utanmanın ötesinde zerre kadar yüzü bile kızarmıyor. Zevki sefa sürenler için fedakarlığın F’ sinden söz edilmezken, açlık ve yoksulluk içinde kıvrananlardan fedakarlık yapmaları isteniyor. Tabi “itibarda tasarruf olmaz.” Eğer hırsızlar tasarrufta bulunursa itibarları zedelenir.

Yaşananlar Faşist İktidarının Bilinçli Tercihi!

Bu yazımızın konusu, faşist iktidarın “acı reçetesi” ve Erdoğan diktatörünün “ekonomik kurtuluş savaşı” safsatalarını içersin istedik. İşçisinden memuruna, kadınından erkeğine, esnafından köylüsüne kadar herkes diktatörün ne yapmak istediğini soruyor ve sonuç aynı kapıya çıksa da herkesin kendi yaşadıkları doğrultusunda bir cevabı var. Öncelikle bunun faşist iktidar tarafından bilinçli bir tercih olduğunun altını çizelim. Her ne kadar hindiler gibi kabarıp sözde sağa sola tehditler savursa da biz biliyoruz ki “eeey Amerika”, eeey Avrupa” gibi söylemler, içeriği boş söylemlerdir. Emperyalist efendiler de bunun farkında. Bu mahalle kabadayısının söyledikleri, sadece iç kamuoyunu uyutmak için söylenmiş sözlerden ibaret olduğunu sağır sultan bile biliyor.

Bilinçli tercihten ne anlaşılmalı. Her şeyden önce emperyalistlere yaranmak için, ülkenin bütün yer altı- yer üstü zenginlik kaynaklarını hovardaca yok pahasına onlara peşkeş çekmektir. Kamuya ait şeker fabrikaları, tekel, Sümer Bank, Telekom, kömür işletmeleri, bor madenleri, su havzaları, tarım işletmeleri, Tank Palet… Saymakla bitiremeyeceğimiz kamuya ait ne kadar fabrika, maden, tarım arazileri vs. varsa hepsi bu faşist iktidar tarafından satılarak hiç edildi. Şimdi artık satacak bir şey kalmayınca, sıra işçinin iş gücüne, yani emeğine geldi. Sözde ekonomik buhrandan kurtulmak için, emperyalist tekellere işçi ve emekçilerin iş gücü en ucuz fiyata satılmak isteniyor. Deniyor ki, ‘iş gücünü en ucuz hale getireceğiz, grevi, hak isteme girişimlerini yok sayacağız. Büyük karlar elde etmeniz için her türlü kolaylığı sağlayacağız. Gelin buralara yatırım yapın.’ Kamuoyu önünde açıktan açığa aynen bunları ifade etmektedirler. Buna da “Çin tipi ekonomik büyüme” yakıştırması adını koydular. Tıpkı, hapishanelerde katliama giderken, “hayata dönüş” projesi dedikleri gibi.

Çin’e dair Erdoğan diktatörünün hesaba katmadığı önemli bir nokta var. Mao önderliğinde demokratik halk devrimini gerçekleştirerek, emperyalizme olan bağımlılık zincirlerini kırmış, sosyalist devrimi gerçekleştirerek ekonomik alt yapısını sağlamlaştırmış bir Çin gerçeği var. Çin de iktidarı ele geçiren burjuvazi bu olgular üzerinden yükselerek, dünya emperyalistleriyle rekabet edebilen emperyalist bir Çin konumuna geldi. Faşist Türk devleti ise, gırtlağına kadar borca batmış, emperyalizme bağımlı, borçların faizini bile ödemekte zorlanan bir devlet olarak “Çin-leşme” hayallerini boşuna kuruyor. Öyle sadece iş gücünü ucuzlatmakla, kamu sektörlerini yok pahasına ucuza satmakla zenginleşilseydi bugün dünyanın hiçbir yerinde yoksul, bağımlı, emperyalist tekellerle rekabet gücü olmayan bir tek ülke kalmazdı.

Bu, emekçi ve dar gelirlilere yönelik bir algı operasyonundan başka bir şey değildir. Kaldı ki, zaten en düşük ücretlerle çalıştırılan işçinin, emekçinin daha da düşük ücretlerle çalıştırılması demek, doğrudan doğruya ölüme mahkum etmek demektir. Halk düşmanlığının bundan daha açık bir ifadesi olamaz. Elbette biz devrimcilerin, bunların halk düşmanlıkları konusunda en ufak bir tereddüttü yoktur / olamaz. Zaten onlar da bunu saklama gereği duymuyorlar artık. Bu sadece ülkemize has bir durum değil. Dünyanın her bir köşesinde, hakim sınıflar, dünya halklarına yönelik pervasızca saldırılarını sürdürüyorlar.

Bilinçli tercihin diğer yanı, tek adam diktatörlüğünün ne pahasına olursa olsun devam ettirilmesi, şeriat kurallarına göre sultanlık rejiminin mutlaklaştırılması. Doğal olarak, sorgulayan, soruşturan, hak isteyen bir toplum değil, biat eden, kendi kabuğu içine çekilen bir toplumun yaratılması demektir bu. Burada açlığın, yoksulluğun, işsizliğin ve adaletsizliğin sorumlusu aranamaz, aramaya kalkışanların da sonu hayra çıkmaz. Tabi bu onların hesabı ve hayal dünyaları. Bunun sınıflar mücadelesinde bir karşılığı yok. Herkes bilir ki, bütün baskılara, katliamlara, zorbalıklara ve tiranlıklara rağmen, insanlık tarihi aynı zamanda sınıf mücadeleleri tarihidir. Bu tarihsel mücadeleler sürecinde insanlık hep ileriye doğru yol almıştır. Bugüne kadar hiçbir tiranın, hiçbir diktatörün gücü bu ilerleyişi engelleyememiş, Erdoğan diktatörünün de ne gücü ne de kudreti bu ilerleyişi engelleyemez.

Aslında karşımızda iki ruhlu, iki karaktere sahip iki Erdoğan var. Biri; narsist, kendine hayran, her şeyi bilen, bütün politikalarını tehdit, yalan, karşı saldırı ve kumpaslar üzerine kuran bir Erdoğan; ikincisi, sapına kadar korkak olan Erdoğan. Asıl olan da ikincisi. Bütün diktatörler korkaktırlar. Halkın içine tek başlarına girme cesaretleri yoktur. Çünkü halka karşı işledikleri suçların farkındadırlar. Erdoğan, göstermelik namaz kılmaya giderken bile yüzlerce korumayla gider. Mitinglerde, halkla kendi arasında metrelerce boş alan bırakır. Halk korkusu bunların ruhuna işlemiş. Bu korku, onları iktidar koltuğuna sıkı sıkıya sarılmalarını, o koltuktan hiçbir şekilde inmek istememelerini beraberinde getirir. Hele de halkın nazarında yargılanmayı hiç ama hiç istemezler. İstememekte kendilerince haklılar. Çünkü halkın adaletinin nasıl keskin bir kılıç olduğunu bilirler. Bu gerçekler ışığında Erdoğan diktatörünün nelerle meşgul olduğuna bir bakalım.

Halk Yoksullaştıkça Bir Avuç Tefeci Tüccarın, Rantçı Müteahhittin Kasası Doluyor

Bir insan, kendi yaşadığı ülkeye, kendi halkına ancak Erdoğan kadar düşman olabilir. Bunun nedenlerini yukarıda kısaca anlatmaya çalıştık. Gelinen aşamada, halk yoksulluktan, açlıktan, işsizlikten kırıldığını haykırırken; o beyefendi oturduğu saray koltuğundan, “yok canım, doğruyu söylemiyorlar” diye halka çıkışmaktadır. Öte yanda eşi olacak hanım efendi, ne olacak canım “porsiyonları biraz küçültün” tavsiyesinde bulunuyor. Bir diğer çanak yalayıcısı, “iki kilo et yerine, iki yüz gram et, iki kilo domates yerine iki tane domates yiyin” diyor. Ya kendileri. Bu sorunun cevabı zaten belli. Boşuna mürekkep tüketmeye gerek yok. Erdoğan, her konuştuğunda döviz alıp başını gidiyor. TL ise erim erim eriyor. Bu durum, halkın iyice yoksullaşmasını, açlığın pençesinde inim inim inlemesini beraberinde getirirken, bir avuç tefeci tüccarın, rantçı müteahhittin kasaları doldukça doluyor. Bilerek, isteyerek yapıyor bunu Erdoğan.

Ekonominin kitabını yazdığını iddia eden Erdoğan, kapitalist-emperyalist sömürü sisteminin ekonomik politikalarına zerrece uymayan, orta çağ kalıntısı İslami söylemlerle “faiz sebep, enflasyon sonuç” söylemleriyle, sözde faize karşıymış görünümü vererek, ama tefecilerin kasalarını da faizle doldurarak iki yüzlüce davranmaya devam ediyor. Bütün derdi davası, TL’nin değerini alabildiğine düşürüp, dövizi yükselterek kamu varlıklarını ve işçilerin, emekçilerin emeğini emperyalist efendilerine daha da ucuza satarak, döviz girdisini sağlamak hayalleri peşinde koşuyor. Aynı zamanda faizi aşağı çekerek ranta dayalı inşaat sektörünü yeniden canlandıracağını sanıyor. Aslında bu davranışıyla bir taşla iki kuş birden vuruyor. Faiz düşerse “inşaat sektörü canlanır”, olmazsa dövizin yükselmesi durumunda hiçbir iş yapmadan inşaat kodamanları ve tefeciler durduk yerde milyarlarına, milyarlar katacak. Yani her durumda, tefeciler, faizciler kazanacak, işçinin, köylünün, emeklinin, esnafın kısacası tüm dar gelirli toplum kesimlerinin sofrasındaki kuru ekmeğe bile el uzatılacak.

Tabi, dövizin yükseltilmesinden şöyle bir sonuç da bekliyor Erdoğan diktatörü; TL’nin değeri düşüp, döviz yükseldikçe, ülkeye daha çok turist akını olur. Bu da döviz girdisi anlamına gelir. Örneğin; geçen yılki verilere göre ülkeye 29 milyon turist gelmiş ve 24 milyar dolar döviz bırakmış. Bu süreçte faşist iktidarın döviz cinsinden sermayeye fazlasıyla ihtiyacı var. Dövize duyulan ihtiyaç ise, emperyalist efendilerden alınan borçların, özellikle de kısa süreli borçların ödenmesinden kaynaklanıyor. Öylesine har vurup harman savurdular ki, hazinede borçları ödeyecek para kalmadı. Hatta basında çıkan haberlere göre hazine on milyarlarca dolar ekside.

Bütün her şeye, yani bunca olumsuzluğa, yaşanan ekonomik ve siyasal buhrana rağmen, hala popülist politikalarla, “her şeyin yolunda olduğu, dış güçlerin bu olumlu gidişatı kıskandıkları için saldırıya geçtikleri” gibi gerçeğe ters söylemlerle iktidarda kalmanın yollarını arıyor. Dindar görünümlü (aslında dini de imanı da para) Erdoğan değil miydi, “iktidar olabilmek için gerekirse papaz elbisesi giyinirim” diyen. İktidara gelmek için inandığı dini satıp, başka bir dinin himayesine girmekten tereddüt etmeyen biri, acaba iktidarda kalmak için neler yapmaz ki. Halkın, memleketin, insan haklarının, insan onurunun onun için hiçbir anlamı yok. Din, iktidarlaşmanın veya iktidarda kalmanın en iyi aracı. Kitleleri uyuşturmanın, kandırmanın da en etkili yoludur din. Boşuna afyon dememiş Marks, insanları uyutan, biat ettirten bu yoktan var edilen metafizik anlayışa.

Faşist tek adam diktatörlüğünün bir diğer halk düşmanlığı ise, boş verelim yokluğu, yoksulluğu sonlandırmayı, azcık olsun hafifletmek bile değil. İktidarda kalmanın koşulları yoksulluğu yönetmek üzerine kuruludur. Yani halk en temel ihtiyaçlara muhtaç bırakılmalı, bunun karşılığında küçük küçük “yardım” larla halkı kendisine bağımlı kılmalı. Sözde yardım adı altında bir kilo makarna, bulgur, şeker veya bir torba kömür hatta mitinglerde çay fırlatmalar yoksulluğu yönetmenin en bariz göstergeleridir. Buna yoksulluğu kaldırma değil, yoksulluğu yönetme politikası denir. Özellikle bu son süreçlerde devletin kaymak tabakasına yaranmak ve onların desteğini arkasına almak için, halkın gözünün içine baka baka bir başka sahtekarlığı daha sahneye koymaya başladılar. Bütün gerçek veriler enflasyonun %50’lerin üzerinde olduğunu göstermesine rağmen, iktidarın kalem memurluğunu yapan TÜİK enflasyonu %20 olarak açıkladı. Burada amaç, işçi, memur, emekli insanların maaşlarını düşük tutmak içindir. Çünkü asgari ücret denen açlığa mahkum etme ücreti, yıllık enflasyon derecesine göre belirleniyor. Örneğin asgari ücret %20’ye göre 4000 TL ise, %50’ye göre 9000 TL olması gerekir. Bu aradaki farkı ödememek için enflasyon bilinçli bir şekilde düşük gösterilmektedir. Bu yüzden bugün Türkiye K. Kürdistan’da 66 milyon insan açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşamlarını sürdürmektedirler.

Bu bizim kendi kafamızda uydurduğumuz bir söylem değildir. Araştırmacıların kamuoyuna sundukları rakamlardır. Örneğin, Tüketici Hakları Derneği’nin açıklamasına göre; 2021 yılı Haziran ayı itibarıyla ülkede 16 milyon aç, 50 milyon da yoksulun bulunduğunu kamu oyuna paylaştı. Özellikle kadınların bu durumu çok daha acı bir şekilde yaşadıkları ise toplumun apayrı bir gerçekliği. Buna da “kadının yoksulluğu veya yoksulluğun kadınlaşması” denmektedir. Bilindiği gibi bu kavramı ilk kez 1978 yılında Diane Pearce kullanmıştı. O dönem Amerika’da ki yoksulların üçte ikisini kadınlar oluşturuyordu. Bugün ülkemizdeki durum, Amerika’nın o gün ki durumundan pek bir farkı yok kadınlar açısından. Bugün kadınların durumuna ilişkin, işsizlikten eğitimsizliğe, çocuk yaşta evlendirmeden taciz- tecavüz ve katliamlarına, güvencesiz çalışma koşullarına kadar pek çok istatistiki veriler sunmak mümkündür. Ancak bu yazımızın içeriğini fazlasıyla aşacağından şimdilik genel bir vurgu yapmış olmakla yetinelim.

Korkuyorlar Çünkü Halk Korku Çemberini Kırdı!

Sonuç olarak, bu memlekette ceketini satıp bir lokma kuru ekmek almaya çalışan, cep telefonunu satıp evine gitmek için otobüse binme telaşı içinde olan, çöp bidonlarından ekmek kırıntısı, pazarlarda çürük meyve ve sebze toplayan, süt alamadığı için bebesini şekerli suyla besleyen anneler, çocuğuna pantolon alamadığı için intihar eden babalar, intihar eden müzisyenler var iken, Erdoğan diktatörü hangi “ekonomik kurtuluş savaşından” söz ediyor. Bu nasıl bir ekonomik kurtuluş savaşı ki, gübresinden ilacına, mazotundan tohumuna kadar bütün tarım girdilerine zam üstüne zam yaparak tarımı öldürmek mi kurtuluş oluyor.

İşçiyi, emekliyi dar gelirli memuru ve esnafı açlığa mahkum ederek, zamları günlük olarak halkın tepesine yağdırarak, öte yandan bir avuç tefeci ve sermayedarı iyice palazlandırarak mı kurtuluş savaşı oluyor. Evet bir “kurtuluş savaşına” ihtiyaçları var. O da artık yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin ise eskisi gibi yönetilmek istemediği bu süreçte, iktidarlarından olmamanın “kurtuluş savaşı” olacaktır onlar için. Halk faşizmin yarattığı korku çemberini kırıyor ve artık tek kurtuluş devrim, sosyalizm sesleri yükselmeye başlıyor. Korkuları bundandır. Ama korkunun ecele faydası yok. Halk, şanlı proletarya öncülüğünde mutlaka, ama mutlaka kendi iktidarını kuracaktır. Bundan kaçış yok.

Kaynak: Gazete Patika