Geride bıraktığımız haftada Türk-Kürt uluslarından, çeşitli inanç ve milliyetlerden Türkiye halkının bir bütün olarak daha da yoksullaşmasını yaşadık.
AKP-MHP faşist iktidarının uyguladığı “Türk Tipi Ekonomi Modeli” ile TL’nin döviz kurları karşısında değer kaybı sürdü. “Türk Tipi Başkanlık Rejimi” sonrasında yeni bir ekonomi modeli ile daha karşılaşmış olduk.
İktidarın ekonomi politikalarını eleştiren, “ne yaptıklarını bilmiyorlar” diyerek küçümseyen burjuva muhalefet temsilcileri, ısrarla bir gerçeği saklamaktadır. Yaşanan kriz emperyalizme göbekten bağımlı Türkiye ekonomisinin krizi olmakla birlikte, Türk hakim sınıfları bu krizi kendi sınıfsal çıkarları için “Allah’ın lütfu” olarak değerlendirmektedirler. Bunu da yeni Ekonomi Bakanı Nureddin Nebati “Türk Tipi Model” olarak açıklamaktadır.
Uygulanan ekonomi politika, son derece bilinçlidir. Sınıfsal bir tercih söz konusudur. Faiz indiriminin TL’nin döviz kuru karşısında değer kaybedeceğini bile bile ısrarla sürdürülmesi, gerçekte Merkez Bankası’nın döviz kuruna “müdahale”si adı altında servet transferine neden olmaktadır.
Halk soyulurken küçük bir azınlık, zenginleşmeye devam etmektedir. TL’nin döviz kuru karşısında her değer kaybedişi, geniş emekçi kesimleri fakirleştirirken, R.T. Erdoğan ve çevresinde bir avuç kesimi zenginleştirmektedir. 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sürecinde ayakkabı kutularındaki, evlerindeki oda dolusu dövizleri fısıldayarak sıfırlayanlar, gelinen aşamada bütün ülke ekonomisini “Türk tipi ekonomi” modeliyle göstere göstere sıfırlamaktadırlar. Çalınan sadece bugün değildir. Halkın geleceği de çalınmaktadır.
Yüksek enflasyonun gerçek nedeni
Türkiye halkının alenen soyulması ve giderek daha fazla yoksullaştırılması, “Allah’a havale” edilmektedir. Oysa TL’nin değer kaybı ve yüksek enflasyon, doğrudan halkın alım gücünü düşürmekte; halk, yoksulluk ve açlıkla terbiye edilerek, soygun ve hırsızlık, yağma ve talan gizlenmek istenmektedir.
Halkın alım gücünün düşmesi ve giderek yoksullaşması, yüksek enflasyonla doğrudan bağlantılıdır. Ancak bunun nedeni “büyük ekonomist” R.T. Erdoğan’ın iddia ettiği gibi “Faiz sebep enflasyon sonuçtur” değildir. Diğer bir ifadeyle yüksek enflasyonun nedeni faizin yüksekliği değildir. Türkiye ekonomisinin yapısal durumuyla, emperyalist mali sermayeye doğrudan bağımlılığıyla bağlantılıdır bu durum.
Türkiye ekonomisinin özellikle üretim için ithal girdiye ihtiyaç duyduğu koşullarda, döviz kurundaki her artış, doğrudan üretime yansımaktadır. Özetle Türkiye’de alım gücünün düşmesi, yüksek enflasyon gerçekliğinin gerçek nedeni mal ve hizmetlerdeki değer artışıdır. Türkiye gibi özellikle de üretim için daha fazla ithal girdiye bağımlı olan ülkelerde enflasyon oranının yüksekliğinin nedeni budur.
Ekonomik durumun bu yapısal özelliğine, Türk hakim sınıflarının “çökme” rejimine uygun olarak soygun, yağma ve talanın eklenmesi ve özellikle de faşizmin içeride Kürt özgürlük hareketi başta olmak üzere devrimci komünistlere yönelik yürüttüğü kesintisiz karşı devrimci savaş; dışarıda ise Suriye, Irak, Libya’da doğrudan, Karabağ gibi yerlerde dolaylı olarak binlerce paramiliter çetenin lojistik olarak beslenmesi eklendiğinde yaşanan ekonomik krizin gerçek nedenleri daha iyi anlaşılabilir.
Hatırlanırsa bizzat R.T. Erdoğan tarafından fiyat artışlarını eleştiren, sebze ve meyve fiyatlarındaki pahalılıktan yakınanlara Kürt halkına yönelik sürdürülen savaş örneğiyle yanıt vermişti: “Cudi’de, Gabar’da, Tendürek’te, Kandil’de …. Biz bunu yaparken, birileri, bizi farklı yerlerden vurmaya çalışıyor. Ne diyorlar? ‘Domates, biber, patlıcan, sivri biber’. Yahu düşünün, bir merminin fiyatı nedir? Düşünün. Benim Mehmet’imin giyinip, kuşanması, bu teröre karşı verdiği mücadelenin bedeli nedir? Düşünün. Bunları bu iktidar yapıyor, başarıyorsa hala kalkıyor; patates, soğan, sivri biber bunları konuşuyorlar.”
Ve Afrin işgaliyle devam etmekteydi: “Afrin’de olanları gördünüz. 2 ay leblebi, çekirdek mi kullandık? Mermi kullandık, bomba kullandık. Silahlı, silahsız bütün o insansız hava araçları ile bu teröristleri yok ettik. Bu ne domatese benzer ne patlıcana benzer ne sivri bibere benzer. … Biz 3-5 kuruş gerekirse fazla veririz…” (8 Şubat 2019)
İşçi sınıfı ve halk düşmanlığına devam!
R.T. Erdoğan’ın emir eri olarak atadığı yeni Maliye Bakanı N. Nebati yaşanan soygun karşısında yaptığı açıklamalarda kendilerine “güven” duyulmasını istemektedir.
N. Nebati bir yandan Türk hakim sınıflarının 40 kadar temsilcisiyle 11 Aralık’ta 8 saat süren bir toplantı yapmakta ve onlara “serbest piyasa düzeni”nin süreceğini söylerken diğer yandan kriz koşullarına karşı olası halk hareketlerine karşı güvence vermektedir.
AKP-MHP iktidarı yaşanan ekonomik kriz nedeniyle kitlelerde içten içe biriken öfke ve tepkinin farkındadır. Yeni “Gezi”lerden çekinmektedir. Bu nedenle kendilerince önlemler almaktadır.
Olası yeni “Gezi”lere karşı, halk kitlelerinin sokağa dökülmesini engellemek için fiili OHAL’in resmileştirilmesi tartışmaları dahi yapılmaktadır. Japon bankası Nomura, hazırladığı raporda Erdoğan hükümetinin beş aşamalı bir planı yürüttüğünü; ilk üç adımın hayata geçirildiğini ileri sürmekte, son iki adımın ise “dış politika vakası” ve “OHAL” olarak sıralamaktadır.
Hemen ardından R.T. Erdoğan’ın danışmanı Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Asli Üyesi Prof. Dr. İzzet Özgenç; “Türk Lirasının yabancı paralar karşısındaki süregelen değer kaybı, ‘AĞIR EKONOMİK BUNALIM’ sonucunun ortaya çıkacağı süreci başlatmıştır. Bu nedenle kaçınılmaz görünen ağır ekonomik bunalım sebebiyle OLAĞANÜSTÜ Hal ilanına (Any., m. 119), toplum olarak hazırlıklı olmamız gerekir” açıklaması yapmaktadır. (14 Aralık)
Bütün bu tartışmalar, ortaya atılan iddialar AKP-MHP faşist iktidarının sıkışmışlığıyla doğru orantılıdır. İktidar sıkıştıkça, doğal gaz, petrol bulma müjdelerinin yanında, yandaş basında iktidar yanlısı kara (ve saçma) propagandaya ağırlık vermekte ya da doğrudan AKP Genel Başkan Danışmanı ve Yeni Şafak yazarı Yasin Aktay’ın açıklamasında olduğu gibi; “Üniversite mezunlarımız ise demokratik kültür açısından yeterince karşılanamayan yüksek talepkarlıklarıyla toplumda ciddi bir hoşnutsuzluk kaynağı haline geliyorlar” sözleriyle üniversite mezunlarını hedef göstermektedir. (13 Aralık)
İktidarın küçük ortağı faşist MHP lideri ağzını her açtığında halk kitlelerini doğrudan tehdit etmekte, aba altından sopa göstermektedir. Suç işleri Bakanı S. Soylu ise burjuva muhalefetin elindeki belediyelere yönelik, yine bildik “terör” söylemiyle operasyon hazırlıkları içindedir.
Bütün bu gelişmeler Türk hakim sınıfları arasında çelişkilerin derinleştiği ve keskinleştiğine işaret ederken, kitlelerin biriken öfkesi karşısında her iki burjuva klikte kendince önlem almakta olduğunu, özellikle “sokağın terörize” edilmek istendiğini göstermektedir. Murad edilen elbette ki halk kitlelerinin kendi sözünü söylemesinin önüne geçilmesidir. Her iki burjuva klik de “müesses nizamın” sürdürülmesinden yanadır.
Yoksulluğun, açlığın ve sefaletin karşılığı: Asgari ücret!
Faşizmin ideolojik kodlarına uygun olarak cülus bahşişi verir gibi bizzat R.T. Erdoğan tarafından açıklanan asgari ücretin son yılların en büyük zammı olduğu propaganda edildi. Bunun büyük bir yalan olduğu, TL’nin değer kaybının sürdüğü ve yüksek enflasyonun olduğu koşullarda yaşananın asgari ücrete zam değil tam aksine düşürüldüğüdür. Nitekim 2021 Ocak ayında asgari ücret 385 dolar ederken, bugün itibariyle açıklanan 4.250 lira ise 275 dolara denk gelmektedir. TL’nin değer kaybının sürdüğü koşullarda bu rakamın daha da düşeceği kesindir.
Öte yandan şu gerçeği de vurgulamak gerekir: Şu anda Türkiye’de 12.4 milyon kişi 3.500 TL ve altı ücret almaktadır. 2.3 milyon kişinin ücreti ise 4.650-3.500 TL arasıdır. Toplamı, çalışan nüfusun % 78.7’idir. Eğer asgari ücretliler dışındakilere yüzde 50 zam yapılmadığı koşullarda, bir avuç azınlık dışında herkes asgari ücret ve altına mahkum edilmiş durumdadır. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, açlıkla, yoksullukla, işsizlikle, sefaletle terbiye edilmek istenmektedir.
Geleceğimizi kazanmak için örgütlenelim, mücadele edelim!
Şu gerçeği bir kez daha ifade etmek gerekir: Türkiye ekonomisinin bugün içinde bulunduğu durum, ekonomik kriz koşulları, her ne kadar bir avuç azılı soyguncunun hırsızlığının ürünü olarak ortaya çıkmışsa da, Türkiye ekonomisinin yapısal durumundan, emperyalist sermayeye bağımlılığından kaynaklıdır.
Dolayısıyla ekonomik krizin çözümü “erken seçim”de değildir. TC’nin tarihi, yaşanan ekonomik krizler bunun fazlasıyla kanıtıdır.
Bu açıdan bakıldığında, ittifak tartışmaları, reformist siyasetlerin öne çıkmaları vb. daha doğru değerlendirilir. Unutmamak gerekir ki, devrimci hareketin gelişme ve güçlenme koşullarının oluştuğu her durumda, sadece karşı devrimin faşist terörü değil gerek reformist hareketlerin ve gerekse de sosyal şoven politikaların önü açılır.
Şimdi kitlesel direnişi yükseltme görevi öne çıkmış durumdadır. Ancak bunu vurgularken şu hataya düşülmemelidir. Birleşik Mücadele’nin “sokak” çağrısı önemli olmakla birlikte, bu çağrıyı “sınıf”la birleştirebilmek, daha fazla örgütlenmenin, daha fazla pratiğin gerekçesi haline getirmek gerekmektedir.
Birleşik Mücadele Güçleri’nin “Birleşirsek Kazanırız” kampanyasını sürdürdüğü, kitlelerin kendiliğinden politikleştiği, irili ufaklı eylem ve mitinglerin gerçekleştirildiği koşullarda her pratik anlamlı ve değerlidir.