2019’da başlayan pandemi gündelik yaşamımızı hala zorlaştırmakta ve kış mevsimi yaklaşırken vaka sayılarında tekrar artış yaşanmaktadır. 10 Eylül’de açıklanan verilere göre, gün içerisinde toplam 318 bin 835 Covid-19 testi yapılmış. 23 bin 562 kişinin testi pozitif çıkmış ve 214 insan hayatını kaybetmiştir. Biliyoruz ki, bu verilerin bir de karanlıkta kalan yanı var ve gerçek rakamlar çok daha fazla.
Ülke çapında 18 yaş ve üstü nüfusun yüzde 82.54’ünün birinci doz aşısını olduğu, yüzde 64.3’ünün ise ikinci doz aşısını tamamladığı açıklandı. 1, 2 ve 3’üncü doz aşıları birbirine katarak toplamda ülke çapında 101.048.667 aşı uygulandı.
Şu an gündemde olan ve çokça tartışılan okulların açılmasına da değinmek gerekir. Koronavirüsün gündeme gelmesi ile birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de eğitim alanında birçok sorun yaşandı. Bu sorunların hemen hemen hepsi öğrencilerin sırtına yüklendi. Bu süreçte çeşitli sorunlar yaşanmasının yanında dayatılan toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle eve hapsedilen ve ev içi işlere hapsedilen kız çocukları, anadili farklı olan çocuklar, göçmen ve işçi çocukları uzaktan verilen eğitimin çok daha uzağında kaldılar.
MEB tarafından “Okullarda COVID-19 Pozitif Vaka Çıkması Durumunda Yapılması Gereken Uygulamalar Rehberi” ile “COVID-19 Salgınında Okullarda Alınması Gereken Önlemler” adlı bir kitapçık yayımlandı. Bu kitapçıkta alınması istenen önlemler hayata geçirilme konusunda oldukça yetersizdir. Kimi zaman hayata geçirilmeyen ve kimi zaman bu gibi konularda merkezi kararlara gerek duyulmasına rağmen tedbir ve önlem alma eğitim yöneticilerin inisiyatifine bırakılmaktadır. Eğitim merkezlerinde görevli olanların birbiri ve öğrencilerle mesafenin korunamadığı şekilde bir arada olması nedeniyle gelişmelerin inisiyatifi bireylere-kişilere havale edilmemelidir. Bu alanlarda virüsün yayılmaması için sistemli çalışmalar yapılmalıdır fakat gerçeklik bunun tam aksi yöndedir.
Çünkü eğitimi önemsemeyen bir devlet gerçekliği ile karşı karşıyayız, öğretmen maaşlarını yük gören, bilimsel eğitimden her an fersah fersah uzaklaşan bir sistem gerçekliğinde virüse karşı bir önlem alınması da beklenemez.
Komplo teorileri
Salgın ile dünya genelinde yayılan komplo teorileri ülkemizde de “Büyük Uyanış” şiarıyla yayılmaktadır. Komplolar genelde aşının ölümcül hastalıkları tetiklemesi iddiasına ve koronavirüsün ölümcül olmadığı düşüncesine dayanmaktadır. Evrensel gazetesinde yayınlanan bir habere göre 11 Eylül’de İstanbul’da yapılan “Büyük Uyanış” mitinginde aşı karşıtı bir şahıs şu açıklamalarda bulunmuş; “Her zaman gripten insanlar ölüyordu. Danimarka Koronavirüs’ü salgın hastalıklardan kaldırdı.”
Bu gibi akımların yaymış olduğu yanlış bilgilere ve konuları nasıl çarpıttığına açıklık getirmek istiyoruz. İlk olarak; evet Danimarka, koronavirüsü salgın hastalıklar arasından kaldırdı ve önlemlerin uygulanmasını sonlandırdı fakat bu, salgını kontrol altına alarak, sosyal açıdan kritik olmayan bir duruma indirerek mümkün oldu. Yüksek aşılama oranı bu adımı mümkün kıldı. Serum Enstitüsü isimli kuruluş, Danimarka’da pandemiyi izlemekten sorumludur. Enstitü çalışanı Troels Lillebaek, halkın aşı olma konusundaki büyük duyarlılığını vurguluyor. Öyle ki, Danimarka’da toplam nüfusun yüzde 73’ü tamamen aşılanmış durumda ve bu rakam Avrupa’daki en yüksek oran.
İnsanların böylesi süreçlerde çeşitli kaygılarının olması doğal, fakat bu kaygılarını komplo ile kendi çıkarına kullanan zihniyet doğal değil ve toplum sağlığı açısından da zararlı. Bugünkü salgın koşullarında emekçilerin birçok kaygısı var; insanlar işlerinden atılıyor, kiralarını ödeyemiyor, açlık ve çaresizlikten yaşamlarına son veriyor vb. sorun bu durumu lehine çeviren burjuva-muhalefetin bu korkuları besleyerek kitlelerden asıl düşmanı saklamasıdır.
Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de bu gibi aşı karşıtı mitingleri örgütleyen ve düşünceleri yayanlar faşist partilerdir. Almanya’da AfD gibi Nazi Partileri ülkemizde ise eski AKP’li Bedri Yalçın’ın Anadolu Birliği Partisi. Böylesi dönemlerde faşist yapılar, kendilerini faşizm düşmanı olarak bile nitelendirebiliyor, halbuki faşizmin kendileriyle özdeşleştiğini yeniden ve yeniden teyit ediyorlar.
Almanya’da “Göçmenleri istemiyoruz, hastalığı onlar yayıyor, işsizliği onlar artırıyor!” gibi ırkçı propaganda ülkemizde de aynı şekilde aynı zihniyet tarafından hayata geçiriliyor.
Baskı politikalarının hedefi
İki yılı aşkın bir süredir salgın koşullarında baskı politikalarının hedefinde, işçiler, kadınlar, LGBTİ+’lar, Kürtler ve göçmenler var. Toplumsal cinsiyet rolleri nedenleriyle hakları gasp edilen kadınlar, kimlik ve yönelimleri tanınmayan ve sürekli bir cinsiyet veya yönelimin atanmasına maruz kalan LGBTİ+’lar, hastalıklara rağmen çalışmaya tabi tutulan ve maaşları kesilen işçiler ve körüklenen şovenizmle baskı altına alınan Kürtler ve göçmenler…
Devlet, virüse karşı mücadeleyi açıkça zayıflatmasına rağmen neo-liberal sağlık sistemini koruyor ve işçilerin bu sistemde kendi çalışmaları üzerinde hiçbir kontrolü bulunmuyor. Örneğin, burjuva politikacılar sağlık sektöründeki çalışanları alkışlıyorlar ancak sağlık emekçilerinin haklarını görmezden geliyorlar, salgın karşısında koruyucu tedbirlerin alınması için gerekli adımları atmıyorlar.
Ayrıca, egemenler olağanüstü hali, kârlarını korumak için kısıtlayıcı bir şekilde uygulamıyorlar, onu salt kendilerine fayda sağlayacak şekilde yorumluyorlar.
Salgın günlerinde sınıf farkını yine somut olarak görebilmekteyiz. Evde çalışabilmeleri için imkan yaratılan ve maaşlarında hiçbir kesintiye uğramayanlar, evde kalsalar da kârları katlanan patronlar… Peki ya emekçiler…
Bir avuç zengin için değil halk için önlem alınması gerekir!
Bu pisliği ancak devrim temizler, çünkü ancak devrim bunu hedefler ve daha yaşanır bir dünyanın kurulmasını amaç edinir. İşte tam bundan kaynaklı yaşanan her gelişme devrimci mücadeleyi büyütme nedenimiz haline gelir/gelmelidir.
* https://ozgurgelecek25.net sitesinde yayınlanan yazının başlığı BMG tarafından kısaltılmıştır. Yazının orjinal başlığı şöyledir: Koronavirüs tablosu; Komplo teorileri, aşı karşıtlığı, çarpıtılan rakamlar, alınmayan önlemlerle okulların açılması…