Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır ve savaşsız ve de düşmansız duramaz. Tarih sahnesine çıktığından beri iki büyük dünya savaşının yaratıcısı ve on milyonlarca insanın da kıyıcısı olmuştur. Elbette ki, emperyalizmin suçları bununla sınırlı değildir. 20. ve 21. yy. da yaratılan bölgesel savaşlar, yoksulluk ve sefalet tablosu da emperyalizmin eseridir.
Emperyalizmi yaratan kapitalizmin varlığı azami kâra bağlıdır ve hedefi bu sömürü çarkı üzerinde sürekli büyümektir. Dolayısıyla saldırganlık-işgalcilik, dünya üzerinde hegemonya kurma siyaseti emperyalistlerin varlık gerekçesidir. Emperyalistler için en büyük değer metadır-paradır. Emeğe bu denli yabancılaşması başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin demokrasi ve özgürlük ideallerine karşı devlet terörüne sığınması onun sınıfsal karakterinin sonucudur. Kapitalist-emperyalist sistem için bu bir tercih değil zorunluluktur. Daha da ilginç olanı, bu soygun ve yalan düzenine emperyalist burjuvazinin yüklemiş olduğu misyondur.
Örneğin işgaller “halklara özgürlük götürme” yalanıyla perdelenir. Afganistan, Irak, Suriye ve Libya’ya yapılan tüm işgal ve saldırılar bu yalanlarla gizlenmeye çalışılmıştır. Ama gerçeklerin inatçı ışığı, bu karanlığı da dağıtmıştır. Emperyalistlerin derdinin bölge halklarının özgürlüğü değil, yer altı ve yer üstü zenginlik kaynakları olduğu gerçeği zamanla daha iyi anlaşılmıştır. Çünkü emperyalist işgalciler, bölge halklarının çektiği acılarla değil petrol kuyularıyla ilgileniyorlar.
Onların sözünü ettiği “güvenlik” petrol kuyularının güvenliğidir. Dahası emperyalistler, proletarya ve tüm ezilen halklar için bir güvensizlik kaynağıdır. Bu ücretli kölelik sistemi, varlığını gayri-insani politikalara borçludur.
Keza emperyalistlerin Ortadoğu’daki müdahaleleri ve kendi aralarında süren rekabet, tamamen bölgenin enerji ve ham madde kaynakları üzerinde kimin daha çok denetim kuracağı ile ilgilidir. Emperyalist tekellerin sözcülerinin sıkça dillendirdikleri “özgürlük”, “demokrasi” söylemleri de yapmış oldukları bu adi soygunlara, hırsızlıklara, katliamlara masumiyet gömleği giydirme çabasıdır.
Bu çabayı boşa çıkarmanın yolu, emperyalist işgallere karşı yeniden anti-emperyalist anti-faşist mücadeleye ivme kazandırmaktır. Yeniden diyoruz, çünkü dünyada devrim ve sosyalizm mücadelesinin gerilemesi anti-emperyalist bilinçte de muazzam bir kırılmaya yol açtı. Her türden tasfiyeci anlayışlar, bu alanda boy verdi. Vahşi kapitalizm, emperyalizm dünya halklarına şirin gösterilmeye çalışıldı. Devrim yerine reform öğütleri verildi. Elbette ki tüm bu kara propagandanın ezilen yığınlar üzerinde bir etkisi oldu.
Ama kapitalist emperyalist sistemin bitmeyen krizi, sınırsız sömürü hedefi-saldırganlığı dünya halklarının günlük sosyal yaşamını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu nedenle proleter sosyalist hareket başta olmak üzere tüm ilerici ve devrimci güçlerin soyut devrim çağrıları yerine işçi ve emekçilerin karşı karşıya kaldığı somut sorunlar üzerinde bir devrimci çalışmaya yönelmesinin süreç içinde bir karşılık bulacağını öngörmek gerekir. Çünkü ileri kitleler ve küçümsenmeyecek bir emekçi yığını, faşist TC devletinin emperyalistlerle olan ilişkisini ve bu ilişkinin sofrasında her geçen gün küçülen lokmasıyla olan bağını biliyor. Halka karşı estirilen devlet teröründe de bu odakların Türk devleti ile işbirliği içinde olduğunu da biliyor.
Dolayısıyla anti-faşist, anti-emperyalist mücadelenin güncelleştirilmesi bu yönlü propaganda ve ajitasyon araçlarının daha sıkça devreye konulması yaşanan bilinç bulanıklığının giderilmesine katkı sunacaktır.
Elbette ki başta enternasyonal proletarya olmak üzere tüm ilerici ve devrimci güçler bu yönlü ikili görevlerle karşı karşıyadırlar. Bir yanda anti-emperyalist, anti-faşist mücadele konusunda kendi güçlerini eğitirken diğer yanda bu haydutlara karşı en geniş ittifakların oluşturulması için çaba sarfetmelidirler.
Bu görevler birbirinin karşıtı değil, bilakis iç içe geçen ve birbirini besleyen görevlerdir. Kendi içinde anti-emperyalist, anti-faşist mücadelede ciddi bir çalışma yürüten ve bunu mücadelenin çeşitli alanlarında pratiğe dönüştüren bir sınıf hareketinin bu temelde oluşan geniş ittifaklar içinde hem düşünsel anlamda hem de pratik mücadele bakımından daha aktif bir rol oynayacağı kesindir. Dolayısıyla hem kavrayış hem de pratik sahada bu ve benzeri konularda yaşanan tüm geriliklere karşı aktif ve tavizsiz bir mücadele yürütmeliyiz.
Gelinen aşamada hem uluslararası planda hem de Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda devrimci güçler arasında örülen birleşik mücadele pratiği ve bu pratiğin yol açtığı-açacağı ortak düşünme, ortak hareket etme bilinci sürecin olumlu gelişmelerinden biridir. Sınıf savaşımında her dönemin kendine has öncelikleri-özellikleri vardır.
Bunları dikkate almayan, buna göre konumlanmayan hiçbir devrimci hareket kitlelerle gereken bağı kuramaz. Yani söylemler somut ve ezilenlerin güncel sorunlarıyla ilişkili değilse iş yerinde, sokakta, eğitim alanlarında, köylerde vb. hiçbir karşılığı olmaz. Faşist diktatörlüğe karşı birleşik mücadele perspektifinin bu denli güncel bir sorun haline gelmesi topyekün estirilen devlet terörüne karşı sonuç alıcı bir niteliğe sahip olmasından kaynaklıdır.
Yine Türk devletinin bölgede izlemiş olduğu saldırganlık siyasetini besleyen-destekleyen de emperyalist güçlerdir. Hiç kuşkusuz TC devleti bölgede emperyalist güçler arasındaki çelişki ve rekabetten yararlanmaya çalışmaktadır. Suriye’de başlayan iç savaşta, faşist Türk devleti Rus emperyalizmine karşı Batılı emperyalist güçlerin sacayağı ve süren işgalin, haksız savaşın kanlı parçası oldu, olmaya da devam ediyor. Bilindiği gibi Türkiye coğrafyası, 20.yy.dan beri emperyalistlerin Ortadoğu halklarına karşı yürütmüş oldukları saldırganlık politikaları için ileri bir karakoldu. Bu topraklarda emperyalistler tarafından inşa edilen askeri üslerin amaçlarından biri de budur. Ama gelinen aşamada bölgede değişen güç dengelerinin de etkisiyle TC de bu işgallerin, yürütülen kanlı savaşın aktif haydutlarından biridir.
Elbette ki TC faşizminin haydutluk sınırı emperyalistlerin izin verdiği sınıra kadardır. Kimi devrimci çevreler bu konuda Türk devletinin rolünü fazlaca abartmaktadırlar. Hiç tartışmasız işbirlikçi devletler de kimi zaman yukarıda da ifade ettiğimiz gibi güçler dengesini fırsat bilerek efendilerini rahatsız edecek hamleler yapabilirler.
Ki, çoğu zaman farklılaşan koşullarla birlikte işbirlikçi devletler uşaklık sınırına geri dönerler. İktisadi ve askeri bağımlılık bu uşak devletlerin esas olarak bağımsız bir çizgi izlemelerine olanak tanımaz. Dolayısıyla Türk egemen sınıflarının an itibariyle Libya’da, Suriye’de, Irak’ta var olan pozisyonu tartışmalıdır. Bu bir. İkinci nokta ise Türk devletinin bu saldırganlık siyasetine karşı yürütülen mücadele emperyalizme karşı yürütülen mücadeleden ayrı ele alınamaz. Anti-emperyalist, anti-faşist mücadele aynı okun hedefidir. Bu nedenle yürüttüğümüz tüm propaganda faaliyetlerinde emperyalizmi ve faşizmi teşhir etmeliyiz.
Keza emperyalistler sermayenin sürekli merkezileşmesinin, tekniğin gelişmesinin dahası kapitalist üretim ilişkilerin her bakımdan genişlemesinin insanlık için ulaşılan büyük aşama olduğunun propagandasını yapıyorlar. Oysa üretimin büyümesi ve genişlemesi milyonlarca emekçinin yoksullaştırılması pahasına gerçekleştirilmiştir.
Dolayısıyla ezilen yığınların değil, bir avuç emperyalist burjuvazinin ve suç ortaklarının zenginliğinden söz edebiliriz. Yaşanan bu gerçeklikten hareketle Lenin yoldaş daha bir asır önce “Tekelci devlet kapitalizmini işçiler için bir hapishane ve kapitalistler için bir cennet” olarak nitelemişti. O halde ana görevimiz: “Dün olduğu gibi bugün de yer yüzünü işçi ve emekçilerin cenneti haline getirmek için emperyalizme ve faşizme karşı enternasyonalist bir bilinçle savaşma cüretini ve cesaretini gösterebilmektir.”
Kaynak: Özgür Gelecek