Dolambaçlı yollarda devrimin yönü ve aklı

Bu dönemeçte Saray iktidarı bir yandan kendi sermaye çevresini ucuz krediyle koruyabilmek için kur faizlerini aşağıya çekerken diğer yandan siyasal varlığını koruyabilmesinin seçim zorlamasını gündemden düşürebilmesine bağlı olduğunu, ancak bunu gerçekleştirmesinin de oldukça zor olduğunu çaresizce kabullendi. Gerici faşist Saray rejimi bir taraftan seçim yok naraları atarken öbür taraftan elden geldiğince seçime hazırlanmanın yolunu tutuyor.

Liranın kur değerlerinin düşmesi geniş emekçi yığınları her gün daha fazla açlığa sürüklerken bunun şiddetlendireceği siyasal değişim talebinin bastırılabilmesi için AKP-MHP iktidarının zorbalığı daha da artıracağına ilişkin çoktandır kurulu bir fonksiyonun çarpanlarının önümüzdeki günlerde giderek yükseleceği bekleniyor.

Bu kurgunun halk sınıflarında bir ayaklanma eğilimini kışkırtabileceğine dair korku, sadece Saray faşizmine ait değildir; bu korku bir bütün olarak oligarşik blok için geçerlidir. Bunun kanıtını, bugüne kadar Saray iktidarına yandaş muhaliflikle örtülü destek sunan CHP’nin düşük politik profilini hızla yükseltmesinde görüyoruz. Kur yükselişi sürecinin başından bugüne CHP, bir yandan İYİP ile program dışı görüşmelerle halk sınıflarının artık eşiğe gelmekte olan tepkisini nasıl kontrol edebileceği üzerine görüşmeler yapıp ortak mekanizmalar üretirken diğer taraftan halkın zorunlu geçim araçlarının teminini kolaylaştıracak fiyat politikaları için gelecek iktidar günlerinin kredilerini devreye sokmaya çalışıyor.

Ve elbette esas olarak da halk öfkesinin isyana dönüşmesini engellemek üzere muhalif pratiğini daha göze görünür hale getirmek üzere mitingler örgütlemeyi gündemine aldı. CHP’nin hareketsizlik üzerine inşa ettiği toplumsal muhalefet düzeyini ancak kendi inkarını dayattığı koşullarda göreceli eylemcil düzeye taşıdığını Adalet Yürüyüşü’nden biliyoruz. HDP başkan ve vekillerinin dokunulmazlıklarının kalkmasına onay verirken işin ucu CHP’nin kendisine döndüğünde hem parti içindeki hem de toplumsal muhalefet üzerindeki parti egemenliğini koruyabilmek için CHP kurmayları bir günde Adalet yürüyüşü kararı almışlardı.

23 Kasım’da da benzeri oldu. Kur düzenlemeleriyle halkın ekmeğinden çalıp kendi kasalarının dolduran harami iktidarına karşı devrimci ve sosyalistler sokak eylemlerini zorladılar. Kriz eylemlerinin hemen sonrasında 25 Kasım günü ise binlerce kadın Taksim’de patriyarkal kapitalizme karşı kitlesel direnişteydi. Artan erkek- devlet şiddetine, ekonomik krize ve AKP faşizminin saldırılarına karşın kadınlar, LGBTİ+lar meydanlarda buluşarak erkek devletin barikatları karşında isyan seslerini yükselttiler. Devletin eylemi engellemek maksadıyla kurduğu barikata yüklenen, ilk barikatı alaşağı eden ve mora boyayan feminist kadın cüreti, direnişi itibariyle önemli bir duruş sergiledi. Erkek egemenliğine ve dolayısıyla devlete karşı yürüttüğü ısrarlı, kitlesel ve direngen mücadelesiyle kadın+lar sokak dinamiği açısından önemli bir dinamik olarak büyümeye devam ediyor.

23 Kasım’da ortaya çıkan inisiyatif zaten oligarşinin en korktuğu gelişmeydi. CHP ve İYİP kendi tabanlarını bu eylemlere katılmama doğrultusunda kontrol altında tuttular. Gene de, her ne kadar öncü inisiyatifi yığın öfkesini eyleme dönüştürmeyi başaramadıysa da sistemi korkutmayı başardı ve CHP, tıpkı Mart 2018 yerel seçimlerinde olduğu gibi taşraya çekilmiş bir durumda mitinglere yöneldi.

Oligarşi cephesindeki bu gelişmeler ülkedeki siyasal atmosferin emekçi halk sınıflarının ağırlığı altında şekillenmekte olduğunu bize göstermektedir. Bu durum bundan böyle daha da güçlenerek ilerleyecektir. Bu itibarla devrimci komünistler başta olmak üzere tüm sistem karşıtı devrimci güçlerin kendi devrimci değişim programları ve devrimci demokratik halk iktidarı sloganlarını proletaryaya ve ezilen halk kesimlerine taşıyacak inisiyatif zorlamaları önümüzdeki dönemin her günkü görevi haline gelmiş durumdadır.

Bu durumda 23 Kasım momentumunun öncünün kapasitesi ve yeterlikleri hakkında bize gösterdiklerine bakmalıyız.

Burada karşımıza ilk çıkan gerçek sol ajitasyonda sürekli vurgulanan emekçi halk öfkesinin bir yakıştırma değil bir gerçek olduğudur. Devrimci ve sosyalistlerin mahallelerde gündeme getirdikleri eylemler halk yığınlarının balkon ve pencerelerden yansıtılan bütün desteğini sağladı. CHP’yi mitinglere mecbur eden halk eyleminin bu uğultusuydu.

Ancak bununla birlikte gene burada açığa çıkan bir başka gerçek toplum öfkesinin keza balkon ve pencerelerden verdiği desteğin ötesine geçmeyişidir. Sol siyasal mücadelenin her düzeydeki örgütü bu desteği doğrudan eyleme çekmeyi başaramadı.

Bu belirleme önemlidir, çünkü toplumdaki birikimin kendiliğinden patlamasına dair beklenti oportünist solun değişik formüllerle adlandırıldığı haliyle yeni bir ideolojik ve politik hamlesine yol açmakta, devrimle tartışmasına gerekçe yaratmaktadır.

Bu belirlemede ne halk sınıflarında biriken öfkeye karşı bir kuşku söz konusudur ne de bu birikimin bir şekilde kendini açığa vurma ihtimaline dair bir körlük. Oportünizmle devrim arasındaki ayrım tam da zaten buradadır. Oportünistler bu ihtimali bir beklenti stratejisi haline getirerek burjuvazinin egemenlik siyasetine alan ve imkan açarlar. Devrim ise böyle bir kendiliğindenliği değerlendirebilmek için bile devrimci çalışmanın zorlayıcı iradesini günlük faaliyetin hiç bir anında eksik bırakmazlar. Devrim nesnelliğini pratik bir sıçrayışa yöneltebilecek devrim öznelliğini örgüt, bilinç ve eylem düzeyinde esas alırlar.

23 Kasım, devrimin koşullarını bu esaslar çerçevesinde ölçülebilir kıldı; halkın öfkesini pratikçe hissetmemizi, görmemizi sağladı ama aynı zamanda devrimci öncü faaliyetin yetersizliğini, gündelik faaliyetin stratejik olandan uzaklığını, pratikçe düzen solunun yanı sıra eyleştiğimizi bize gösterdi. Oportünizmin açtığı tartışmaların solun bütününü içine çekiyor olması zaten bunun ön işaretlerinden biriydi.

Dar ya da geniş, tekil ya da birleşik öncünün 23 Kasım’da ortaya çıkan durumu budur. Yığın öfkesi, burjuvazinin büyük bir telaş içinde önlem arayışlarında olduğu bir momentte dahi öncü tarafından açığa çıkarılamamıştır. Daha Moskova ayaklanmaları zamanından beri bilinir: yığın eyleminin geri çekildiği yerde öncünün öncülük gereği başlar. Bir öncünün, toplumsal yaşama kendini iradi olarak dayatabilme gücü bu süreçte kendini gösterir. Gösterebildiği ölçüde de balkon desteğini yanında mücadeleye evriltebilir. Sınıflar mücadelesinin en genel seyrinde olan buyken, Türkiye gibi yeni sömürge devletlerinin faşist egemenliğinde halk sınıfları ve öncü ilişkisi bir kaç kere daha böyledir.

Öncüleşme pratik bir süreçtir, ahkamla sağlanamaz. Buna rağmen Türkiye devrimci hareketi 23 Kasım’dan sonra hala halkı balkondan sokağa niçin indiremediğini değil, toplumsal muhalefetin mevcut varlığında sola nasıl özerk bir alan yaratılabileceğini tartışıyor.

Görülmelidir ki, hem halk sınıflarının tutukluğunda, hem de sol siyasetin yetersiz inisiyatifinde ülke gündeminin olası bir seçime göre şekillenmesinin payı büyüktür. Devrimci mücadele sürecin bu karakterini aşma yeterliğini gösterememektedir. Devrimci öncü hem 23 Kasım kavşağında hem de o güne kadar gelen evrede halk tepkisini sokağa çıkartacak ısrar ve etkiyi gösteremediği için CHP, halk kitlelerindeki arayışa oligarşi adına çanak olabilmektedir.

Burjuva siyaset, halk sınıflarının değişim talebine seçimle verdikleri yanıtı 2018’den bu yana oldukça yüksek bir düzeyde örgütledi. 2018 seçimlerinden bu yana bir bütün olarak uluslararası emperyalizmin ve oligarşinin yığın eylemini kontrol altında tutmak konusundaki gayreti ve hassasiyeti kolayca görülebilir bir durumdur. Bunu gerektiğince ifade ede geldik. 23 Kasım’da bu durum somutluk kazandı. Örneğin Gezi Haziranı’nda hareketlenen alevi yoksulların CHP’nin bu kesim üzerindeki ısrarlı çalışmalarıyla hareketsiz kılınması 23 Kasım inisiyatifine yığın katılımının önemli bir engeli halindedir. Kent metropollerinde direniş geleneği olan mahallelerde de halk katılımı oldukça yetersiz oldu. Benzer durumu keza metropol alandaki Kürt yurtseverlerin hareketsizliğinde de görmek mümkündü. Liberal Kürt burjuvazisi, son 1 Mayıs’tan bu yana gözlemleyebildiğimiz gibi metropollerdeki siyasal nüfuzunu sokağa yöneltmiyor.

Bunlar, elbette devrimciler tarafından geçmiş süreçlerde de saptanan ve uzun süredir de içinde bulunduğumuz sürece dair öngörüler olarak ileri sürülen, burjuva cephesi açısından sınıf mücadelesinin siyasal normaline içkin gelişmelerdi.

Burada normal karşılanmaması gereken devrimci ve sosyalist hareketlerin halk sınıflarıyla arasındaki engeli aşamamasıdır ki bu, böyle bir imkanın nesnel varlığı koşullarında öznel koşullarının yaratılmasında devrimci öncünün yaşadığı stratejik bir tıkanıklığa işaret etmektedir.

Bilindiği gibi Gezi Haziranı referansı üzerinden benzer bir kriz anının beklentisi devrimci ve sosyalist ajitasyonun temel bir argümanıdır. Ancak Gezi’de bir çevre düzenlemesi üzerine açığa çıkan öfke, doğrudan halk sınıflarını yoksulluğa ve açlığa mahkum eden bir neden –kur nedeniyle alım gücündeki hızlı düşme, pahalılık ve yoksulluk- etrafında eyleme dökülemediyse bundan, öncünün böyle bir başkaldırıyı sözelden pratik politikaya taşıyacak bir ağırlıkta soruna yaklaşmadığı sonucu çıkarılmalı ve devrimci örgütlenme ve eylemin otokritiği bu aşamada ivedilikle bu eksende kurulmalıdır.

Hatırlamalıyız; Türkiye solunun, tarihinin en yüksek örgüt ve mücadele düzeyine sahipken 12 Eylül faşizmi karşısında direniş gösterememesi, gelmekte olan askeri faşist darbe hemen her siyasal hareketin temel argümanıyken bile buna karşı ciddi stratejik bir hazırlık yapmamasından, gündelikçi siyasetin anaforu içinde stratejik gündeme yoğunlaşmamasından kaynaklıydı. Bu saptama, bugünkü Türkiye solunun keza üzerinde birleştiği bir geçmiş otokritiğidir.

23 Kasım, aynı otokritiği, hem de Gezi Haziranı sonrası yapılan otokritiklerle güçlendirilmiş haliyle bize yeniden zorunlu kılmaktadır; her an halk muhalefetinin açığa çıkmasının beklendiği bir süreçte biz bizimle baş başa kalıp bu momenti derinleştiremiyorsak bunun hesabını her şeyden önce öncü örgütler ve özellikle de onların öncü kurmayları vermelidirler. Bu vahim pratik politik düzeyin gerçekleşmesinde de bir bütün olarak Türkiye solunun burjuva politikanın ritmine kendini kaptırması tayin edici rol oynamıştır.

Burjuva siyaseti, AKP-MHP gerici faşist iktidarının egemenliğini sürdürmekteki ısrarı ve onu devirme gücünden yoksun bir muhalefetin varlığında konjonktürün siyasal değişim gereğini seçim momentine bağlamış görünmektedir. Düzen solu, zaten siyasal varlığını bu düzlemde inşa etmektedir. Devrimci öncü ise bu düzlemi aşkın alternatif bir süreç inşa edememekte, dolayısıyla bütün devrimci söylemine karşın pratik politikada aynı düzlem içinde kısılıp kalmaktadır. Bu, kaçınılmaz olarak söylemde de aşınmalara yol açıyor.

Çok ayrıntısına girmeden solun kendi iç tartışmalarına baktığımızda oligarşinin cumhur ittifakı ve millet ittifakı blokları dışında kalan sol siyasanın kümelenmeleri şöyle özetlenebilir:

Bir tarafta HDP’nin gündeme getirdiği “üçüncü yol” çizgisi vardır. Diğer tarafta TİP’in HDP’yi de kapsayan ve olabildiğince solu içine alan ve de AKP-MHP iktidarını devirmekle sınırlı bir siyasal program etrafında parlamenterist ve reformist “üçüncü ittifak” projesi söz konusudur. Bir diğer tarafta ise, öncekilerin esasta örtük ya da açık CHP’ye destek politikalarına karşıtlık çerçevesinde sunulan, sermayenin bloklarına karşı sol bir blok olarak kendini ifade eden ancak siyasal sicilleri itibariyle hem Kürt hareketinden uzaklıkla hem de yasalcı düzen solu kimlikleriyle bilinen TKP, EMEP ve SOL partinin oluşturmayı denediği bir başka “üçüncü ittifak” söz konusudur.

Bütün bu çeşitliliği belirleyen tayin edici öge Kürt siyasal temsilinin seçim platformuna nasıl eklemleneceğidir, çünkü bu konu sadece sol bir alternatif bağlamında değil doğrudan burjuvazinin kendisi içinde bir sorun halindedir. Uluslararası ve yerel finans kapitalizmin düşüncelerini yansıttığından kuşku duyulamayacak olan Bekir Ağırdır’ın sistematik yazılarıyla ifade ettiği gibi Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu kriz ikili bir seçime koşuludur. Bunlardan birincisi, BOP konjonktürünün özel politik organı olarak iktidara taşınan AKP ve arkasındaki geri sermaye yapılanmasının tasfiyesi için; ikincisi ise Türkiye’yi emperyalist konjonktürün güncel ihtiyaçlarına göre iktisadi ve siyasal olarak yeniden yapılandıracak şekilde oligarşik blokun yeniden düzenlenmesi için gereklidir. Ancak bütün bu geçiş süreçleri oligarşik egemenlikte boşluklar yaratacağı için Kürt halkı ve Türkiye solu bu sürece yedeklenmelidir ki halk muhalefetini, kaçınılmaz krizlerde oligarşiye karşı bir devrime yönlendiremesinler. TİP, Ağırdır frekansında ilerlemektedir. Diğer “üçüncü ittifak” ise Türkiye ve Kürdistan çalışan sınıfları arasındaki birleşik devrim zeminini tahrip etmektedir.

Kürt özgürlük siyaseti alanında, Selahattin Demirtaş’ın dile getirmeye zorlandığı şekilde iki sınıf, iki çizgi söz konusudur. Birinci çizgide, liberal Kürt burjuvazisinin AKP-MHP karşıtlığından daha ötesine pek geçiremediği bulanık bir “üçüncü yol” tarifi ile millet ittifakına yakın duruşu söz konusudur. İkinci çizgi ise, Selahattin Erdem’in (https://www.ozgurpolitika.com/haberi-fasizmi-yikmak-icin-daha-cok-cesaret-lazim-156688 ve https://www.ozgurpolitika.com/haberi-bir-dirilis-ve-kahramanlik-destani-156458 ) yazılarında belirtildiği şekilde, Kürt özgürlük mücadelesi Kılıçdaoğlu’nu cumhurbaşkanı yapmak için mi ya da İYİP’i iktidar partisi kılmak için mi verilmektedir şeklindeki soru ve uyarılarıyla birlikte HDP’ye, halklara ve onların devrimcilerine, sosyalistlerine sunulmaktadır. HDP sözcüleri ve onun “üçüncü yol” bulanıklığına sözcülük yapan bütün solcular tartışmalarını Kürt devrimci önderliğinin çizdiği bu çerçeveyi görmezden gelerek yürütmeye çalışmaktadırlar. Nasıl, ikinci “üçüncü ittifak”ın ilkesel doğrulara bulandırılmış ulusalcı küçük burjuva çizgisine karşı devrimci tutum öne çıkarılmalıysa aynı şekilde liberal Kürt burjuvazisinin, Türk burjuvazisinin kendini yeniden yapılandırma sürecine payanda olacak politikaları da, ezilen ulus gerçeğine ait olması gerekçesiyle görmezden gelinmemeli, buna karşı da devrimci tutum geliştirilmelidir. Stalin’in Gürcistan’a müdahalesinden bu yana sınıfsal farklılaşmaya uğramış sömürge uluslar zemininde enternasyonalizm, ezilen ulusun proletaryasına ve emekçi sınıflarına göre tarif edilmeli ve uygulanmalıdır. Türkiyeli birleşik öncü, içinde bulunduğumuz siyasal değişim sürecini, bütün olasılıklar ve olanaklar itibariyle Kürt devrim öncüsünün ortaya koyduğu çerçevede ele alarak uygulamakla yükümlüdür.

Oligarşinin restorasyoncu politikalarının karşısına devrimi dikebilmek için emekçi yığınların siyasal alanındaki bütün burjuva çizgilerin tasfiyesi ancak bu netlikte mümkündür. Devrimci politika ve irade, metot ve perspektif gücüyle şekillendirildiğinde bütün zor koşullara ve bütün kuşatılmışlığına rağmen tıpkı Kürt öncüde dile geldiği gibi şu sarih ön belirlemeyi yapmakta hiç bir sıkıntı çekmez: “…devrimci siyasetin uzlaşmacı Kürt burjuvazisine alan açıp inisiyatif sunan, Kürt devrimciliğini tasfiyeyi hedef alan, sol görünümlü restorasyoncu egemen dinamiğe karşı birleşik güçlerin ideo-politik anlamda uyanık ve inisiyatifli, girişken kılması; kendi çizgisini belirginleştirerek savrulmaların, CHP’ye yeşil ışık yakan tercih ve eğilimlerin önüne geçmesi hayati önem taşımaktadır.”(Cemal Bozkurt, https://umutgazetesi37.org/?s=cemal+bozkurt )

O halde 23 Kasım momentumunu önümüzdeki süreçte bir devrim momentine yükseltebilmek için yapılması gerekenler özet halinde şöyle sıralanmalıdır: Birincisi, birleşik devrim kurum ve militanları, devrim ajitasyonunu oligarşi dışı her türlü burjuva ve küçük burjuva politik platformlara karşı ideolojik ve politik olarak başta metropol proletaryası olmak üzere halk sınıflarına taşıyabilmek için her zamankinden bir kaç kere daha çalışkan ve örgütleyici olmalıdır. İkincisi, Birleşik Mücadele, kendi propaganda organları üzerinden hem Ahmet Kahraman’ın ilkel Kürt milliyetçisi söylemlerini, hem Veysi Sarısözen’in düzen uzlaşmacı açılımlarını, hem de Selahattin Erdem’in devrimci önderlik perspektifinin yayılımını yapacak bir kafa karışıklığından hızla çıkmalıdır. Kürt sivil siyasetinde farklı sınıfsal eğilimlerin varlığının bilincinde olarak reformcu liberal Kürt burjuvazisini düzen içi uzlaşma eğiliminden uzaklaştırmak için, Kürt halk sınıfları içinde Kürt devrimci öncünün görüşlerini yaygınlaştırmak esas alınmalıdır. Üçüncü olarak, Alevi halkın, öğrenci gençliğin tarihsel devrimci alışkanlıkları ajite edilmeli, özgürlükçü kadın hareketinin devrimci enerjisinden güç alınmalıdır. Ve dördüncü olarak devrimci öncü, fiili meşruiyetin sınırlarını genişletecek şekilde her düzeyde yaşama müdahale edebilen bir irade olduğunu ısrarla gösterebilecek bir çalışma tarzı içine girebilmelidir.

Devrimci çalışma ve mücadelenin programatik ve metodik tarzının nesnel koşulların verili olgunluğunda bize oldukça kalıcı ve gelişkin mevziler kazandırması mümkündür. Türkiye finans kapitalizminin ve oligarşisinin kilitlenmiş bunalımından çıkmadaki zorlukları devrimin eksiklerini ve zaaflarını gidermede bize hem zaman hem eyleyiş kazandıracaktır. Görüldüğü kadarıyla emperyalist kapitalizmin içinde bulunduğu bunalım gelgitleri de ülkenin devrim nesnelliğine katkı sağlayacak bir devinim halindedir.

Örneğin; Biden sonrasında yenilenen Transatlantik ittifakı Çin’i öne çıkaran mücadele yoğunlaşmasını yeniden Rusya üzerine yığmaya başlamıştır. Bunda bir taraftan Çin’in Tayvan, Güney Çin denizi gibi hassas noktalardaki dalaşmanın hybrid tarzlara pek uygun olmayan mevzilenme gerektirmesi rol oynamıştır. Yani gerilim noktalarında Çin ve ABD askeri güçlerinin karşılaşması sonuç alabilmek için doğrudan çatışma gerektirmektedir ki bu bütün dünyanın topyekun bir nükleer savaş içine yuvarlanması ihtimali taşımaktadır. Bu nedenle Biden ve Xi arasında yapılan sanal buluşmada Biden, Tayvan konusunda Çin’in kırmızı çizgisi olan “tek Çin” diplomasisini yeniden onaylamak zorunda kaldı. Asya Pasifik konjonktürü, bir diğer taraftan Almanya öncülüklü Avrupa’ya Amerika’nın tahakkümü dışında Rusya ve Asya’yla politika geliştirmesinin de imkanlarını getirmekteydi. Kuzey Akımı2 boru hattı bu dengeler içinde tamamlansa da ABD’nin zorlamaları hukuki gerekçelerle enerji akışını askıya almayı başardı. Avrupa’yı enerji krizi sardı. Avrupa ve ABD’de on yıllar sonrasının en yüksek enflasyon değerleri Atlantik ittifakı tarafları arasında ayrışmayı yeniden derinleştirmeye başladı.

Amerika’nın, Çin’in Kemer Yol projesine karşı hazırladığı B3W kodlu (“Build Back Better World”- Daha İyi bir Dünyayı Yeniden İnşa) tedarik zincirine alternatif Küresel Geçit Kapısı (Global Gateway) projesi AB’nin 300 milyar Euroluk bir yatırım planlamasıyla devreye alındı. Oysa bu arada Pentagon dünyanın yeni şekillenişini üç kutup üzerinden; ABD, Çin ve Rusya üzerinden tarif ederken Avrupa’yı vassal olmanın dışında pek de hesaba katmıyordu. Bu sürecin temel özelliğinin Rusya’yı şiddetle rahatsız ederek Çin’le arasındaki ittifakı bozacak gerilimlere uğratmak olduğu söyleyen Obama hükumeti sırasında Avrupa’yı devre dışı bırakarak Ukrayna’daki provokasyonları kışkırtan ve şimdi Biden hükumetinin Dışişleri Politik Müsteşarı olan Victoria Nuland’dı. Bu çerçevede Baltık ülkelerinin Ukrayna ve Belarus üzerindeki provokasyonları, Amerikan askeri gücünün Rusya sınırına doğru yığılması süreci başladı. Gerilimi az çok kontrol altında tutmak için Biden ve Putin arasında önümüzdeki gün yapılması planlanan buluşma öncesindeki hazırlıklarda Lavrov ve Blinken’in basına sızan şiddetli tartışmaları konjonktürün bu özelliği itibariyle bölgenin giderek ısınacağını bize gösteriyor.

Aynı şeyleri Orta Doğu’nun bütünü açısından da söylemek mümkün. ABD, İsrail’in bütün muhalefetine karşı İran’la Nükleer Anlaşma görüşmelerine oturmak zorunda kaldı, çünkü İran, Trump’ın sözleşmeden çekilmesi üzerine daha önceki anlaşmalardaki nükleer arıtma oranı ve miktarının zaten çok üstüne çıkmış durumdaydı. İran,Çin ve Rusya’nın desteğiyle bu süreci yürütürken Avrupa, Amerika’yı sözleşme görüşmelerine zorladı. Bu pazarlık gerilimlerinin İsrail’den Körfez’e kadar bölgedeki bütün çelişkileri bilemeye başladığı görülmektedir. ABD, Irak’taki varlığını korumak üzere Kazımi’ye suikast girişimi ve seçim oyunlarıyla bir denge kurmaya çalıştıysa da Haşdu Şabi ve diğer Şii gruplar bu oyunu bozmakta çok da zorlanmadılar. Amerika, askıya aldığı çekilme sorununu Kazımi’yle yeniden görüşmek üzere geçtiğimiz günlerde masaya oturmak zorunda kaldı. Dikkat çekici bir diğer gelişme ise Suriye’de gerici çetelerin yeniden örgütlendiği dokunulmaz Amerikan bölgesi olan El Tanf’ın, tıpkı Irak’taki gibi kaynağı bilinmez roketlerin hedefi olmaya başlamasıydı. Aynı günlerde, Lavrov’la SDG heyeti arasında yapılan görüşmeler, özerk yönetimle Suriye hükumeti arasındaki ilişkilerin daha yapıcı bir şekilde gelişme ihtimalini ortaya çıkarıyordu.

Umut Gazetesi editöryasının, Donbass’dan Basra körfezine kadar olan çizgi üzerindeki gerilimlerin önümüzdeki konjonktürde yeniden yükseleceğine dair kestirimleri sürecin gidişi itibariyle doğrulanırken bu gelişmelerin Türkiye üzerine doğrudan yansımalarının olacağı o gün olduğu gibi bugün de öngörülemez değildir.

Rusya-İran ve ABD-İsrail arasındaki çelişkiler keskinleşirken bölgede en önemli jeopolitik alan olan Türkiye’de siyasal bir belirsizlik yaratacak gelişmelere uluslararası emperyalizmin pek yakın durmayacağı söylenebilir. BAE şeyhinin ziyareti, Türkiye’nin kur düzenlemeleri üzerinden sıcak paraya duyduğu ihtiyacı giderme çabalarına uluslararası emperyalizmin bir desteği olarak okunmalıdır. ABD ve AB bir taraftan Saray faşizmini mali ve politik darboğaz içinde tutarken diğer taraftan kontrolsüz bir çöküşe yol açmayacak kertede bu iğreti rejimi ayakta tutmaya çalışıyorlar. Artık ancak swap yoluyla edindiği kendisine ait olmayan paraları kullanarak ayakta kalabilen AKP-MHP faşizminin ülkedeki varlığı oligarşiyle halk sınıfları arasındaki çelişkiyi her gün daha da yükseltmekten başka bir işlevi olamaz. Artık ne HDP’nin kapatılması, ne özgür Kürt alanlarına yönelik saldırılar ne de Türkiye devrim ve demokrasi güçlerine ve onların siyasal kurumlarına yönelik baskı ve operasyonlar, enflasyonun %80’lere dayandığı söylenen koşullarda AKP-MHP faşizminin ömrünü kısaltmaktan başka bir sonuca ulaşamaz.

Bölgede olağandışı bir kırılma olmadığı koşullarda bu sonuç artık Saray haramilerinin de kabul ettiği bir durumdur. Devrimci öncü için görev bu nesnel olgunluğun öznel karşılığını hem kendini hem de proletaryayı örgütleyerek tamamlamaktır.

Kaynak; Umut Gazetesi