Bir politik uyanış ve kendine gelme hali mi bir panik hali mi insan ne diyeceğini tam kestiremiyor.
“Erdoğan’ın yenileceğine kesin gözüyle” bakan Evrensel gazetesi yazarlarından Ender İmrek, 6 Mayıs 2023 tarihli yazısında “Yıkılmakta olanın yerine neyin konulacağı”nın derin kaygılarını dillendiriyor. Erdoğan’ın bir seçim yenilgisi almasının alametleri belirmekle birlikte henüz “yıkılmakta” olan bir şeyin olmadığını hatırlatmakta yarar var. “Yıkılma”nın anlamını herhalde herkes biliyor!
Bir diktatörün kaçınamadığı bir şekilde “siyasi meşruiyet” sağlamak, “rıza almak” özetle iktidarını tahkim etmek amacıyla girmek zorunda kaldığı bir seçimi kaybetmesi, diktatörlüğün yıkılması anlamına gelmiyor. Öyle değil mi!? Evet, faşist şeflik rejimi Erdoğan’da cisimleşiyor, ama unutmayınız ki, yürürlükteki saray rejimi anayasal olarak kayda geçmiş bir devlet biçimi, bir yönetim biçimi!.. Başka bir Erdoğan bulunamaz değil, Erdoğansız Erdoğanizm, yani faşist şeflik rejiminin devam etmesi de politik kuvvet ilişkileri elverirse tamamen mümkün!.. “Yıkılmakta” olduğundan dem vurarak işçi sınıfı ve emekçilerin antifaşist bilincini bulandırmayın! Diktatörün seçimi kaybetmesini, sonrasını bir kenara atarak her şey haline getirenler su katılmamış parlamentarizm ve yasallık görüş açına saplananlardır.
Seçime on kala da olsa gelecek kaygısına kapılmalarının iyi bir şey olduğunu yine de kaydetmek gerekir!
Hepsi bu kadar değil. Gelecek kaygısının nasıl politize olduğu daha da önemli. Gelecek kaygılı “öncü bilinç”, “sessiz” bir “muhalefetin var olduğu gerçeğini de atlamamak” gerektiğini belirttikten sonra, “Yıkılmakta olanın yerine neyin konulacağı ve bunun hangi talepler etrafında şekilleneceği meselesi(nin) halk açısından belirgin” olmadığını vurguluyor. Zaten yazının amacı ve iddiası da bu belirsizliği gidermeye katkıda bulunmak oluyor!
Faşist şeflik rejimine muhalif geniş kitlelerdeki bu belirsiz ve bulanık duygu ve bilinç durumu nasıl oluştu? Kuşkusuz bu bir yandan uzayan sert bir faşist terör döneminin kitlelerin duygu ve düşünceleri üzerinde yarattığı baskı ve etkinin sonucudur. Ama hepsi bu kadar mı? Burada öncülük iddiasındaki parti ve örgütlerin sorumlulukları yok mu? Daha uzağa gitmeye, daha derinlere bakmaya da gerek yok. Son bir iki yıllık dönemde emekçi sol harekette seçim taktiği bahsinde yapılan tartışmaları hatırlamak bile emekçi sol hareketin reformist, parlamentarist, yasalcı kanadının kitlelerde oluşan duygu ve bilinç bulanıklığına, belirsizliğine katkısını anlamak için yeterli. Zaten önemli olan da bu ikinci etken!
Daha dün yalnızca “gitsin de”ye odaklanan, “ya sonrası”nı yok sayan politik mentalite seçime on kala iflas etmiştir!.. Emekçi sol harekette egemen olan “gitsin de…” yaklaşımı cumhurbaşkanlığı seçiminde üçüncü cephenin aday çıkartmaktan imtina etmesini sağlayarak bizzat bu belirsizlik ve bulanıklığı örgütlemekle de kalmadı, dahası en geniş muhalif kitlelere Kılıçdaroğlu ve restorasyon programını adres gösterdi. İşçi ve emekçilerin, kadınların gençlerin halklarımızın “halkçı demokratik seçeneği” olarak restorasyoncu ve faşist iki burjuva cephe karşısında cumhurbaşkanı adayı çıkartarak kendisini seçenek olarak sunamayan “üçüncü cephe”nin politik cüret eksikliği ve strateji yoksunluğu kitleler nezdinde bulanıklık ve belirsizlikten başka ne üretebilirdi ki! Bu bahiste EMEP ve Evrensel çevresinin sorumluluğu hiç de az değildir. Biraz geç gelen gelecek kaygısı neyi ne kadar telafi edebilir o da ayrı?!.
Öncülük iddiasında olanlar işçilere, kadınlara, gençlere, Kürt halkına, Alevilere en geniş muhalif kitlelere “duruma” müdahale edin çağrısı yapıyor!.. Tabii ki, kitleler kendi gelecekleri için duruma müdahale etmeli değil mi!? Burada yanlış olan ters olan bir şey var mı? İyi de öncüler ne yapmalı? Kitlelerin yakın geleceği önemsemeyen duygu ve bilinç bulanıklığına müdahale etmesi gereken asıl “aktör” öncüler değil mi!?. Hatta kitle bilinci ve duygularıyla ters düşme ve çatışma pahasına kitlelere burjuvazinin şu ya da bu kesimine yedeklenmelerinin kendi sınıf çıkarlarıyla bağdaşmadığını göstermesi ve kendi deneyimleriyle bunu sınamalarına imkan sağlaması gereken öncüler değil mi?
Oysa rötarlı gelecek kaygısı şöyle politize oluyor:
Hala “Sınıfın, emekçilerin, Kürt halkının, ezilenlerin müdahale ettiği bir seçim olabilir…”
Peki sınıf, emekçiler, Kürt halkı, ezilenler “nasıl müdahale etmeli?”
Öncelikle bu “muğlaklık” durumuna kafa yormalılar!
Hepsi bu kadar değil. Dahasına bakalım. Mitinglerde “Büyük bir yıkım içindeki üretici köylüler görünür” olsunlar!
Mitinglere, katılım sağlayan gençlik “talepleriyle öne” çıksın!
“Eşitlik ve özgürlük, yaşam hakkı, gelecek kaygısı içindeki kadınlar” da benzer şeyler yapsınlar!
Mitinglerde, “Kürt halkı eşitlik ve özgürlük talepleriyle, hapisteki binlerin resimleriyle ‘özgürlük’ diyerek yürüyebilir!”
“Aleviler eşit yurttaşlık talepleriyle demokratik Türkiye’nin geleceğinin garantisi olduklarını hissettirebilir!”
Öyle ya eğer kitleler bunları yapacaksa öncüye ne gerek var? Sahi kitleler bunları öncü örgütlenmeleri etrafında birleşme dışında “kendi başlarına” nasıl yapacaklar?
Tamam kendiliğindencilik de, bu kadarı da olmaz dedirten türden saf, dibe vurmuş bir kendiliğindencilik bu. Kendiliğindencilik, politik sahada öncülük iddia ve misyonuyla “var olan” ama öncünün kitlelerin bilinç ve duygularının şekillenmesindeki etkin rolünü reddederek bizzat kitlelerin peşinden sürüklenenler için geliştirilmiştir bir kavramsal hakikat. Gecikmeli gelecek kaygısına kapılanlar buradan kendileriyle yüzleşme cüreti, güç ve yeteneği gösterebilir mi? Umutlu değiliz doğrusu. Ne de olsa sorumluluk kitlelere ait!..