İşçi sınıfının mücadele günü 1 Mayıs’ın tarihsel anlam ve önemi kuşkusuz değişmedi fakat hayata geçirilişi ve esinledikleri nedeniyle ‘nerede eski 1 Mayıslar’ dedirtecek ölçüde farklılaştı. Geçen yılki ve bu yılki 1 Mayıs’lar bu tabloya adeta tüy dikti.
Eskiden, çalışma ve yaşam koşulları gün geçtikçe zorlaşan on binlerce işçi ve emekçinin soluk alıp verdiği emeğin başkenti İstanbul “bayram”lıklarını kuşanır, Newroz’dan alınan güçle doğrulan kitlesel öfke 1 Mayıs’a akardı. Maalesef son yıllarda süreç böyle işlemiyor.
14 Mayıs seçimleri, önce depremi -ve sonuçlarını- gölgeledi, ardından 1 Mayıs’ı!
Hem burjuva iktidar hem de burjuva muhalefet bloku sistemin altında kaldığı enkazın kabasını, en fazla parlamenter bir makyajla sıvamaya soyundu. 14 Mayıs, sandığa ve seçime endeksli bir değişim hayali satmak için körüklendi. 15 Mayıs ve sonrası üzerine pek kafa yorulmadı; kendiliğinden bir sürüklenme hali nedeniyle toplumsal örgütlülüğün yerlerde süründüğü bir evrede zor olan seçilmedi, işin kolayına kaçıldı.
Bu 1 Mayıs’a, acının ve yokluğun katmerlisini yaşayan, depremin üzerinden aylar geçtiği halde başta barınma olmak üzere en temel ihtiyaçlara dahi ulaşamayan yoksul emekçilerin en azından güncel talep ve beklentilerinin damgasını vurması beklenirdi. Ekonomik, sosyal ve siyasal kriz içinde debelenen AKP-MHP faşist iktidar blokunun karşısında giderek büyüyen toplumsal değişim isteği daha görünür ve kahredici boyut ve biçimler kazansın istenirdi. Maalesef bu fırsat kaçırıldı.
Ağızlarını her açtıklarında işçi sınıfı ve emekçilerin öncüleri olduklarını ilan eden sendikalar, meslek örgütleri, kimi siyasi parti ve kurumlar bu seçim tiyatrosuna alet olarak burjuva kamplardan birinin yanında konumlandılar. Bağımsız sınıf politikası diye bir derdi olanlar açısından ise iki burjuva kampa karşı da sınıfın diliyle konuşmak, önümüzdeki çetin mücadeleler için kendi sınıfsal gücünü tartmak açısından önemli bir gün olan 1 Mayıs, ne yazık ki seçim-sandık hülyasının aparatı haline getirilmeye çalışıldı.
Bu yıl emeğin başkentinde iki 1 Mayıs vardı. İlki, seçim gündemini merkezine alan ve işçi sınıfına vaatler ve hayaller satan, ihanetten başka bir şey sunmadığı için de sendikal mücadeleye dahi güveni aşındıran sarı ya da reformist sendikaların şölene dönüştürmeye çalıştığı 1 Mayıs’tı. Onların bütün tumturaklı laflarının ardından akılda kalan belki de tek şey bu 1 Mayıs’ın “Taksim’in yasaklı olduğu son 1 Mayıs” olacağı yönündeki temennisiydi. Bu bile kendi gücüne değil, seçimi kazanacağı umulan düzen muhalefetine duyulan güvenin dile gelişiydi.
İkinci 1 Mayıs ise, kendilerine çizilen sınırları tanımayanların eylemiyle yüreklere su serpti. BMG de içinde olmak üzere onlar “1 Mayıs alanı Taksimdir” diyerek her türlü kuşatmaya ve devlet zoruna rağmen Taksim’in sembolik olmayan ruhunu yaşatmaya giriştiler. Sabahın ilk ışıklarından itibaren, kapatılan yollar, alınan önlemler, kurulan bariyerlerle adeta hapishaneye çevrilen Taksim’i çok sayıda devrimci grup ve sendika farklı noktalardan zorladı.
Maltepe’deki 1 Mayıs da aslında iki 1 Mayıs’ın başka bir yansımasıdır. Seçimin gölgesinde kutlanmak istenen 1 Mayıs’la, devrimcilerin kortejlerine müdahale, İbrahim Kaypakkaya flâmalarına düşmanlık ve bu düşmanlığa karşı alınan ortak devrimci tutum ayrıştı. Bu tutumun sahibi devrimcilerin uğradığı saldırının sahneden anons bile edilmemesiyse seçim ve 1 Mayıs’ı özdeşleştirenler açısından bir utanç olarak tarihe geçti.
Dolayısıyla, dilimiz ne söylerse söylesin, bağımsız politik bir özne olarak duruşumuz ve eylemimiz 1 Mayıs gibi bir mücadele gününde bile sandığa, seçim kampanyalarına altlık yapılıyorsa bizi liberallerden, restorasyonculardan ayıran nedir diye sormak zorundayız.
*
AKP-MHP faşist iktidar bloku 14 Mayıs’ta gitse de kapitalizmin yapısal ve güncel krizinin yarattığı hayat pahalılığı, işsizlik, güvencesizlik, belirsizlik seçim sonrası işçi ve emekçilerin üzerine daha da abanacaktır. 20 yıllık faşist rejimin, krizin ve depremin yıkımının yol açtığı bütün enkaz 15 Mayıs’tan itibaren işçi sınıfı ve yoksul emekçi yığınların sırtına boca edilmek istenecektir.
İç ve dış politikada birikmiş açmazların, kör düğüme dönüştürülmüş sorunların içinden nasıl çıkılacağı, 20 yıldır süren yağma ve talan saltanatının kazandırdığı gücü ve olanakları yitirmenin kızgınlığı ve hırçınlığıyla örgütlenecek kaos ve provokasyonlarla nasıl baş edileceği belirsizdir.
Kısacası, daha fazla gecikmeden bu gerçeklerin ayırdına varmış olarak hareket etmek zorunludur. Adımlarımızı buna göre atmak ve yapmamız gerekenlere odaklanmak ertelenemez bir görev olarak önümüzde durmaktadır. İki 1 Mayıs gerçeği bunu bizlere bir kez daha hatırlatmıştır.