Yeni Ekonomik Model: Topa Gelişine Vurmak

Cihan Çetin

Son söyleyeceğimizi başa yazalım. Hükümetin ve yandaşlarının iddia ettiği gibi ortada “yeni” bir ekonomi modeli falan yok. Olan, neoliberal birikim modelinin çöküşünü, yeni bir sıçrama fırsatına dönüştürme çabasıdır. Kendilerinin ve yörüngelerindeki kişilerin ya “güven sorunu var” ya da “ekonomik bunalım” diye adlı adınca anarak itiraf etmek zorunda kaldıkları şiddette bir yapısal kriz bu. Döviz krizi biçiminde hükmünü konuşturması ve enflasyonun dizginsiz hale gelmesiyle emekçilerin hayatlarının içine yangın gibi düşen bu krizden devşirilmeye çalışılansa daha büyük yıkımlar pahasına yeni bir sayfa açabilme umududur.

İktidar blokunun böyle bir stratejiyle hareket ettiği ne kadar doğruysa, yaşadığı sıkışmanın boyutlarının onu hareket edemez hale getirdiği de o kadar gerçektir. Bu nedenle de aslında şimdilerde yaptığı futbol tabiriyle topa gelişine vurmak şeklinde özetleyebileceğimiz bir kısa vadede durumu idare etme çabasıdır.

Devlet politikası haline getirilen yıkım ve yeniden yapılandırma stratejisi

Dövizin ani ve hızlı yükselişine karşı hükümetin son 20 günde gösterdiği tepkilerinden, söylemlerinden yola çıkarak liberalinden Marksist’ine kadar meseleyi anlamak, açıklamak isteyen herkesin elinin boş kalmasının nedeni, devlet politikası haline getirilen yıkım ve yeniden yapılandırma stratejisi için oyun alanının hayli dar olmasıdır. Burjuva yönetim alışkanlıkları içinde gelecek hesaplarıyla adım atmak, olasılıklar üzerinden hesap yapmak bir kültürdür. Mevcut iktidar bloku da bu açıdan körlemesine gitmiyor, elbette bir planı var. Ama belirttiğimiz gibi bu plan esnek seçeneklere zemin sunacak güçlü bir ekonomik-siyasi zeminden yoksun.

Böyle olduğu için de stratejisi olmakla birlikte, söylemiyle eylemi arasında hem de kısa zaman aralıklarında belirgin çelişkiler oluyor, bugün dediğini yarın bizzat kendisi geri alabiliyor. Çok da uzağa gitmeden biraz geriden başlayalım. Eylül ayında hükümet “orta vadeli ekonomi plan”ı kamuoyuyla paylaşmış ve herkes sunulan plan üzerinden bir değerlendirme yapabilmişti. Ama bırakalım hükümetin bu orta vadeli planındaki tahmin ve öngörülerini hayata geçirmesini; T.C. Merkez Bankası (MB), bile kasım ayında 9,22 olan yıl sonu dolar tahminini 1 ay sonra 13,77 olarak güncelleyebildi. Bu durum aslında MB’nin yüzde 50 hata yaptığı anlamına gelir. Bir ülkenin ekonomisinin temel düzenleyici kurumlarından olan MB’nin bu kadar yüksek hata yapabilmesinin nedeni bilgi, beceri eksikliği değil, yaşanan ekonomik krizin kapsam ve derinliğiyle ilgilidir. Krizin bu derinliğinin farklı faktörlerle birleşerek karmaşıklık kazanması, birçok şeyi öngörülemez hale getirmektedir.

Yeni ekonomi politikası”: Neoliberal yıkım politikası

Şu sıralarda ortaya atılan ve adına “yeni ekonomi politikası” denilen, esasında onlarca yıllık neoliberal yıkım politikalarının enkazı üzerinden yeni bir sömürü rejimi inşa etmek manasına gelen modelin mazisinin eski olduğu açık. Fakat eldeki araçlar tükendikçe bizzat kendilerinin yaratmış oldukları enkazın barikatlarına yine kendileri çarpmış durumda. Bir kere ellerinde kendisini döviz krizi olarak gösteren ekonomik krizi durduracak, krizi durdurmasa bile onu yavaşlatacak ne ekonomik araçlar var ne de güven verecek siyasi istikrar… dolayısıyla toplumsal konsolidasyon var. Döviz rezervleri tükenmiş durumda. Aralık ayı içinde Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BEA) merkez bankalarıyla yapılan anlaşma gereği, arka kapıdan geldiği belli olan döviz rezervi de MB’bin piyasaya müdahalesi sırasında eridi gitti. Bu arada Katar ve BEA’yla yapılan anlaşmalarda hükümetin neyin karşılığında ne kadar borç aldığıysa halen muamma.

Merkez Bankası’na bağlı ve piyasadaki faizleri düzenleyen Para Piyasaları Kurulu (PPK), Aralık ayı toplantısında, yeni faiz düşürülmesinin artık söz konusu olmayacağını dillendirmeye başladı. Çünkü zaten alev alev yanan ve olası bir faiz düşürülmesine karşı tetikte bekleyen kapitalist piyasanın, yeni bir faiz düşürülmesinde büyük bir patlama yaşayacağı kesinleşti. Öyle ki, emperyalist tekel Deutsche Bank, 13 Aralık’ta yayınladığı bir raporda “Türkiye 2022’in ilk çeyreğinde 10 puan faiz arttırabilir” tespitinde bulundu.

Asgari ücret üzerinden işçi sınıfı ve emekçileri bir nebze de olsa kendisine bağlamak, bağlayamasa da uzaklaşmalarının önüne set çekmek isteyen iktidarın eli kolu da, krizin boyutları dolayısıyla bağlanmış durumda. Öyle olmasa, normalde 13 Aralık’ta açıklanması beklenen asgari ücreti şimdiye açıklamış, sınıfın kaygılarını “fevkalade bir zam olacak” demagojisine denk bir zam oranıyla bir nebze de olsa yatıştırmaya çalışacaklardı. Fakat henüz açıklayamadılar. Bunun nedeninin sermaye sınıfının dövizdeki astronomik yükseliş ve dizginlenemez enflasyon karşısında aslında açıklandığı gün fiilen kuşa dönecek olan, bu açıdan da devede kulak kalacak bir artıştan bile şiddetle kaçınması olduğunu söyleyebiliriz. Kriz o kadar geniş ve katmanlı ki, burjuvazi kâr oranlarını daha da aşağıya çekecek bir asgari ücret artışına yanaşmıyor bile. MESS’in metal işçileriyle dalga geçer gibi yüzde 12 teklifi getirmesi bile bu açıdan yeterli bir göstergedir.

Ücretlerin dibe bastırılması, Çin’den ucuz emek pazarı beklentisi

Dövizin aşırı yükselmesi sonucunda ücretlerin daha da dibe bastırılmasıyla Türkiye’nin Çin’den de ucuz emek pazarı haline getirilmesi ve uluslararası sermaye için cazip bir yatırım üssüne dönüşmesi beklentisi geçerliliğini korusa da, bu bir anda gerçekleşmesi mümkün olmayan bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.

Öyle ki 14 Aralık’ta basında çıkan haberlere göre, Alman Dış Ticaret Başkanı Jandura, TL’deki değer kaybının, Türkiye’nin ithal ettiği girdi maddelerinin fiyatını yükselttiğini, bu nedenle değil Kasım-Aralık, Ağustos ayında bile Almanya’nın Türkiye’ye ihracatının yüzde 30 azaldığını söylemiş.

Ağustos’ta doların 8, euronun da 10 lira olduğunu düşününce, dolar ve euronun 2021 yıl sonunda adeta fırlaması ve TL’nin neredeyse yarı yarıya değersizleşmesinin emperyalizmin ihracat sürecini 2022 başlarında daha şiddetli etkileyeceğini söyleyebiliriz. Türk lirasının değersizleşmesinin Türkiye’yi doğrudan yatırımlar açısından cazip hale getireceği matematiksel olarak doğru olsa da, ihraç ettiği ara malların bedelinin geri dönmesinde yaşanacak aksamalar ya da eski oranlarda ihracat yapamamanın pek de hoşlarına gidecek bir durum olmadığı açıktır. Bu her şeyden önce ciddi bir istikrarsızlık göstergesi olarak sermayeyi korkutacak bir durumdur. Keza emperyalizm çağının karakteristik özelliğinin asıl olarak sermaye ihracı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Emperyalizmin meta ihracında, Türkiye’de olduğu gibi, ani daralmaların etkileri de şiddetli olacaktır. İktidarın “yeni ekonomik model” dediği şey ihraç edilen bu girdi maddelerinin bizzat burada üretilmesini içeriyor. Fakat burjuvazinin bunu uluslararası sermaye olmadan yapma kapasitesi düşünüldüğünde çok da mümkün gözükmüyor. Bu karmaşık tablo içinde neyin nereye evrilebileceğini kestirmekse giderek güçleşiyor.

Emperyalist sermayenin ağzı sulanır ama…

Türkiye’de ithalat daralması (emperyalizm için ihracat daralması) kendisini girdi maliyetlerinin ani yükselmesi olarak gösteriyor. Bunun yansıması da ürünlerin fiyatlarındaki ani yükselme, malların fahiş zamlanmasıdır. Ekonomist Emin Çapa’nın, katıldığı bir programda şu an yaşanan zam dalgasının yaz aylarındaki döviz artışından kaynaklandığını, bugünkü artışın daha büyük etkilerinin Mart-Nisan’da görüleceğini söylemesi bu anlamda doğru bir tespitti.

Bu bağlamda döviz yükselmesiyle Türkiye’nin emperyalist pazarda ucuz emek cenneti olması imkanı emperyalist sermaye için ağız sulandıran bir durum olsa da, sadece kendi geçim araçlarını alabilmek için emeğini satmak zorunda kalan kitlelerin temel ihtiyaçlarına dahi ulaşamıyor olması ve bunun ülke içindeki sınıf mücadelesinin şiddetini hızla yükseltme ihtimali, emperyalizmin Türkiye’deki ucuz emek pazarına sağına soluna bakmadan aniden saldıracağı anlamına gelmiyor. Keza hükümetin Türkiye’deki emek piyasasının çok ucuzladığını elde davul zurnayla dünya aleme ilan etse de, talep ettiği sermaye musluğundan henüz akan bir damla yok.

Son olarak iktidar mevcut ekonomik krize karşı iktisadi anlamda bir alternatif oluşturduğu izlenimi verse de (ki öyle de görünüyor), bizzat kapitalizmin dünya çapında yaşadığı kriz ve bu krizi aşacak yeni bir yolun bulunamadığı, bu açıdan kelimenin gerçek anlamıyla sınırlarına dayandığı gerçeğinin de duvarına çarpmaktadır. Türkiye’nin emperyalizme bağımlı bir ülke olmasını bir anlığına bir yana bıraksak bile bu koşullarda ne kadar şahane bir planınız olursa olsun her açıdan dayandığınız duvarlara çarparak düşme olasılığınız her zamankinden yüksektir diyebiliriz.

OHAL mi geliyor?

Bu sıkışmalar içinde her ne kadar sömürü ve yağmayı derinleştirmek anlamına gelen ve MGK’dan da geçirilerek devlet politikası haline getirilen bir stratejinin şansının olmadığı apaçıktır. O nedenle baskı ve zorbalığın dibine vuruluyor. Mevcut haldeyse yön bulmak giderek zorlaşıyor. Bu açıdan da topun gelişine vurulduğu ve krizi aşabilmenin şu an için bir yolunun olmadığı artık o kadar aşikar ki, bir dönem Erdoğan’a akıl verecek kadar ona yakın olan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyesi İzzet Özgenç’in, 13 Kasım’da sosyal medya hesabından “ağır bir ekonomik bunalıma” toplumun hazır olması gerektiği uyarısını (!) yaptıktan hemen sonra anayasayı işaret ederek ağır ekonomik krizle mücadele için OHAL ilan edilebileceğini belirtti. Özgenç gelen tepkiler üzerine 14 Aralık’ta yine sosyal medya hesabından “özellikle kamudaki israfın önüne geçecek kapsamlı tedbirlerin alınması gerekir” diyerek her ne kadar çark etse de, OHAL olasılığını, yani kapitalizmin kendi ürettiği krizi aşmak için devletin şiddet hattına girebileceği ihtimalini de hatırlatmış oldu.

Ekim ayında önümüzdeki 2 yıllık zamanı hedefleyerek ekonomik bir plan açıklayan bir hükümetin, değil 2 yıl sonrasını, 1 ay sonrasını öngörememesinin arkasındaki akıl dışılığı artık görmek gerekiyor. Kapitalizmin krizi öyle bir noktaya geldi ki, onu fırsata çevirmek hayal edilse de giderek imkansızlaşıyor. Kapitalizmi kurtarmak için didinen burjuva iktisatçılar bile adeta kıvranıyor. Krizi değil ortadan kaldırmak, elde onu yumuşatabilecek bir şey dahi yok. O zaman kapitalizm için geriye kalan tek şey kısa vadeli de olsa kâr oranlarını en yüksekte tutmayı sağlayabilecek veya kâr oranlarının daha da aşağıya inmesine engel olacak herhangi bir yöntemi uygulamak kalıyor. Hal böyle olunca da burjuvazi adına hareket eden hükümet ekonomik krize karşı o an elinde ne varsa onu uygulamak, devreye sokmak, yani topa gelişine vurmak dışında bir şey yapamıyor. Her ne kadar büyük bir ekonomik hamle yapacağız izlenimi vermeye çalışsa da!..

Kapitalizmin sınırları, sosyalizmin olanakları

Ancak tarihsel olarak ise durum farklı bir noktaya doğru gitmektedir. Kapitalist toplumda krizin boyutu ve kapsamı genişlediği, sürekli hale geldiği zamanlarda, sınıf savaşımının iki uç ve uzlaşmaz kutbunun, burjuvazi ve işçi sınıfının çıplak savaşı devreye girer.

Siyasi anlamda tarihsel deneyimi proletaryaya göre daha yüksek ama en önemlisi daha donanımlı olan burjuva siyaset, ülkeler bazında faşizmi parçalı ya da bir bütün olarak (OHAL’den açık faşizme kadar) devreye sokma eğilimine girerken; uluslararası düzlemde de (Ukrayna’dan Asya-Pasifik gerilimlerine kadar) emperyalist savaş tamtamlarını daha yüksek perdeden çalmaya başlar. Türkiye açısından konuşacak olursak, sınıf savaşımının daha da keskinleşeceği ve çıplaklaşacağı önümüzdeki süreçte kapitalizmi ekonomiden siyasetine kadar restore etmeyi amaçlayarak olası bir seçimi merkeze alıp politika ve mücadele hattı üretmek tarihin en vahim hatalarından ve ahmaklıklarından birisi olacaktır.

Krize karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm” sloganını sadece sömürüsüz bir dünya özlemi içinde olanlar değil, artık bizzat koşullar bağırmaktadır. Kitleler henüz bu slogandan uzak olabilirler. Ancak eli kulağında bir gelecekte olmasa bile önümüzdeki birkaç yıl, bu sloganda var olan hat üzerinden bir mücadeleyle belirlenecektir.

Alınteri