Mehmet Nuri Özdemir
Kürt meselesi eksenli şiddet sarmalından çıkamıyoruz. Bu sarmalın en hareketli ve hararetli alanı, basın ve medya teknolojileri gibi birçok şeyin hızlıca temas ettiği alanlardır. Doksanlardan bu yana kırsalda ve kentlerde devam eden şiddet pratikleri, haber bültenlerinin yanı sıra özel hazırlanmış programlarda dönemin propaganda ve psikolojik harp tekniklerinin uzantısı olarak yerini alırdı; bugün de yeni iletişim teknolojileriyle güncellenerek günümüze uyarlanıyor. Böylece gündelik hayatın olağan akışı içinde, toplum bir taraftan fiziki şiddete, diğer taraftan siyaset, sanat ve basın-yayın kanallarıyla üretilen sembolik şiddet biçimlerine maruz bırakılıyor.
Kuşkusuz yaşadığımız şiddet sarmalının kökeninde Kürt meselesinin güvenlikleştirilmesi var. Çatışmalı sürecin fiziksel şiddeti toplumda sembolik şiddet olarak karşılık buluyor. Bu durum her dönem hâkim siyaset açısından kültürel ve siyasal bir hegemonya yaratıyor. İktidar özneleri bu hegemonya sayesinde mükafatlandırılır ve bunun üzerinden güç devşirir. Hal böyle olunca iktidardan pay almak isteyen herkes bu yola başvurarak sonuç almaya çalışır. Deyim yerindeyse şiddet bir siyasal kültür yaratır ve bir döngü şeklinde hareket ederek ve de biçim değiştirerek toplumda ciddi bir karşılık bulur. İnsanların gündelik hayatın içinde kalan sorunlarını çözmeye çalışırken bile hemen şiddet motiflerine başvurması, herkesin herkese parmak sallaması, bir başkasına istikamet vermeye çalışması şiddet silsilenin sonuçlarıdır. Ülkede gerçekleşen birçok linçin ve cinayetin arka planında bu zincirleme şiddet sirkülasyonu var.
Bilindiği üzere bu köşede yazılan yazıların çoğunda Kürt meselesinin çözümsüzlüğünden yayılan şiddeti anlama (önleme) ve teşhir etme çabası var. Şiddet ile yönetilen Kürt meselesinin şiddet ile bağlantısının yeterince kurulmaması, yaşanan çözümsüzlüğün en önemli nedenlerinden biri olsa gerek. HDP Milletvekili Gergerlioğlu’nu konuk olarak katıldığı “mevzular açık mikrofon” adlı program, yukarıda bahsedilen Kürt meselesi eksenli sistematik şiddet stratejisinin nasıl simgesel şiddete dönüştüğünün sosyolojik sınırlarını bize gösterdi. Programa dair çok şey söylendi; izlerken yarıda bırakanlar, kızanlar, öfkelenenler, haz alanlar… Programın formatına, içeriğine, sunucuya ve katılımcılara yönelik sosyal medyada çeşitli tepkiler ve eleştiriler dillendirildi; belli düzeylerde tartışmalar da yürütüldü. Peki ne olmuştu bu programda? Bu yazıyla anladığımı anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle bulunduğumuz konjonktürün her açıdan çok kritik olduğunu herkes her an hissediyor ve görüyor. Dolayısıyla yaşadığımız her şeyi ciddiye almak zorunda bırakılıyoruz ki bu da bir şiddet. Bu açıdan bakıldığında hem programın kendisi hem programa yönelik yapılan kimi analizlerin -birçok olayda alışık olduğumuz üzere- şiddeti normalize eden sınırlarda kalması sorgulanması gereken bir durum. “Bir tartışma programı işte ne olacak, demokratik hoşgörüyle karşılamak lazım”cılarla geçiştirilerek Kürtlere dayatılmış sömürge yaşamını hiçbir zaman hissetmeyen bu tür yorumlar, nasıl ki yıllarca baskıyı ve zulmü normalize ediyorsa bunun devamı niteliğinde olan bu tip kibarlaştırılmış inkar seanslarına da rıza göstermeyi öneriyor. Bu önerinin sahipleri yıllardır Kürtlere ve temsilcilerine yapılan tüm hakaret ve aşağılamaları demokrasi ve hoşgörü olarak kabul ederken; Kürtlerin kendilerine yaşam hakkı tanımayan saldırganlığa karşı verdikleri en ufak tepkinin jet hızıyla bölünme fobisi ile ilişkilendirilerek kolluk ve yargı marifetiyle cezalandırma işlemlerine dönüştürülmesine de sessiz kaldıkları iyi biliniyor. Kürtlere yönelik yüz yıldır yürürlükte olan aşağılama, hakaret ve iradesizleştirmeye yönelik pratiklerin normalleştirilmiş kabulü, zenginleştirilmiş bir retorikle sürekli güncel tutulan sömürgeleştirmenin rıza alıştırmalarıdır. Oysa ki bu yumuşatma işlemi ile gündelik yaşamın pratiklerine eklemlenen retoriği normalleştirmek Kürt siyasetine, temsilcilerine ve bir bütün olarak Kürt halkına yönelik sürdürülen sömürgeleştirme mesaisine kolaylıklar, sömürgecilere başarılar dilemekten farksızdır. Adil ve akilane olan tavır, kimsenin kanlı bir hikayenin üzerinde sörf yapmasına zemin sunmamaktır; çünkü faşizmi kutsayan saldırganlığın demokratik hoşgörü çerçevesinde kalması sadece faşizmin işine yarayabilir. Dolayısıyla nefreti, ötekileştirmeyi ve ayrımcılığı köpürten fikir veya söylemleri, ikileme düşmeden net bir şekilde reddetmek ve buna karşı mücadele etmek gerekiyor.
***
Programa dönersek, katılımcıların program boyunca HDP’li vekil şahsında Kürtlerin veya temsilcilerinin sakinliğini istismar ederek cesaret aldıkları ve devam eden şiddetin yarattığı hegemonya üzerinden güç devşirdikleri bir programa tanıklık ettiğimizi söyleyebiliriz. Kürtleri temsil eden partiyi ve parti temsilcilerini siyaseten rekabet edilecek bir “siyasi rakip” olarak değil de savaşta kafası ezilmesi gereken bir “düşman” olarak kodlayan siyasal kültürün bu programa katılan genç ırkçı kuşaktaki yansımaları, politika bakımından içler açısı, ortak gelecek bakımından korkunçtu. Bilindiği üzere Gergerlioğlu meclise girdiğinden beri büyük bir fedakarlıkla ve insan hakları aktivisti kimliğiyle siyaset yapmaya çalışan bir milletvekili; ancak karşısında bu çabayı tek celsede “bölücülük veya vatana ihanet” ile ilişkilendirmeyi görev edinmiş bir kitle vardı. Gergerlioğlu kendisine sorulan sorulara sakinliğini koruyup insan hakları sınırlarında kalan mütevazi cevaplar verdikçe genç ırkçılar daha fazla geriliyor, öfkeleniyor, mantıklı olana tahammül edemiyordu. Bir suçluyu sorguya çekmişçesine sorulan sorularla istenilen cevaplar alınmayınca Çatlı ağabeyleri gibi kafaya sıkmakla tehdit eden zibidinin sesi ile mikrofondan dışa saçılan şiddetin dozajı yükseliyordu. O esnada bir taraftan aklınıza Ape Musa, Mehmet Sincar, Hrant ve Sivas’ta diri diri yakılan aydın ve sanatçılar geliyor; diğer taraftan bu katliamlarla gururlanan insanların mahallesinde büyümüş bu genç ırkçılara kısa bir zaman aralığında bir şeyleri izah etmenin absürdlüğü…
Egemen-ezilen ilişkisinin bariz olduğu bu tür programlarda ezilenin hikayesini egemene anlatma ve onu ikna etme zorunluluğunu hissederek mevzuyu izah etmeye çalışmak ezilenler için kitlesel bir şiddete dönüşüyor Program boyunca ikna edilmenin ve rızasına sunulmanın keyfini çıkaran egemenin kendisine yüz verildikçe daha yaralayıcı yollar bulmanın hazzıyla şımarıklaşması şiddeti azdıran temel bir olguydu. Program konuşmanın ve sorunlara çözüm bulma arayışının kıyısından bile geçemedi; açıkçası tanımadığımız, bilmediğimiz bir grup insanın hayatlarımız ve geleceğimiz hakkında saatlerce süren hadsiz açıklamaları programa damgasını vurdu. Her ezilenin deneyimlediği üzere mazlum veya mağdur görüntüsü ırkçının iştahını kabartır. İyi niyetli ve merhametli olmak her zaman iyilik üretmez; hatta bazen başkasının kötü niyetinin azmasına, merhametini yitirmesine de neden olabilir. Nitekim böyle oldu. İçinde yaşadığımız siyasal iklimde, normalde bu tip programlardan, farklı siyasi blokların birbiriyle konuşmasını kolaylaştıran sonuçlar beklenirken tam aksine program, devam eden savaşın, siyasal aktörlerin ve ana akım ekranların yaydığı şiddetin dozajını yetersiz görmüş olacak ki buna başka biçimleri ekleyen pencereler açtı. İzlerken konuşmalardan yayılan şiddetin yanı sıra sunucunun iki de bir katılımcılara dönerek eliyle onları durdurmaya çalışması, bakın “kitlemi tutmakta zorlanıyorum” edasıyla yaptığı üstü örtülü tehditten başka bir şey değildi.
Sunucunun egemen öznelliği programın gidişatını belirleyen genel faktörlerin başında geliyordu. Benim çocukluğumun geçtiği köyü de zorla boşaltan babasının, köy meydanlarında yarım bıraktığı işi kendisi daha kibar bir formla tamamlamaya çalışırken mükafat olarak Türklerden alkış almayı, Kürtlerden hoşgörüyle karşılanmayı arzuluyordu. Programın formatı sorgulamakmış! Babasının sorguları başta olmak üzere, İstiklal Mahkemeleri, Esat Oktay’ın işkenceleri, doksanlar ve İslamcıların sorguları yetmiyormuş gibi bir de Atilla Uğur’un oğlu ve ırkçı gruplar bizleri sorguluyordu. Sunucu, Gergerlioğlu’nu klişeleşmiş olan “PKK terör örgütü müdür, değil midir?” sorusuna cevap vermeye zorlayıp istediği cevabı almak için epey uğraşırken bu sorudan yayılan şiddeti bilmeyecek kadar masum, Tahir Elçi’nin hikayesini bilmeyecek kadar cahil olamazdı. Bu sorunun kendisi, ekran başında kişiyi zorla bir konu hakkında fikir beyan etmeye, dahası istediği cevabı almak için baskı altında tutarak konuşturmaya zorlayan kristalleşmiş bir şiddet biçimidir, tüm kamuoyunun önünde kişinin zor kullanılarak sorgulanmasıdır; dahası Anayasa’nın 25. Maddesine göre bu soruyu sormak suçtur. Bu maddeye göre “her ne sebeple olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz, suçlanamaz.
Katılımcı gruba gelince, grup, Kürt meselesini anlamak, analiz etmek, çözüm üretmek gibi bir kaygıyı taşımanın tam aksine, önceden çalışılmış ve klasik devlet aklının ötesine geçmeyen sorularla her an saldırıya hazır operasyonel bir ekip izlenimi veriyordu. Programı izlerken bu operasyonel ekibin, 10 Ekim’de katledilen insanların anısına Konya stadyumunda yapılan saygı duruşu esnasında katledilenleri yuhalayanların, Roboski katliamın insanlar daha ölülerinin parçalarını gömmemişken üç gün sonra büyük bir coşkuyla yılbaşı kutlaması yapanların mahallesinde büyüdüğünü anlıyorsunuz.
Program boyunca ırkçılıkla zehirlenmiş gençlerin Kürtlere, Kürt hareketine ağzına geleni söylerken hiçbir tarihsel arka plana bakmadan konuşmayı tercih etmelerinin yüzeyselliği şaşırtıcı değildi. Katılımcıların dili, soru biçimleri, mimikleri, tavırları ve kişisel egoları (basitmiş gibi görünen) dayanağını, yüz yıldır Kürtlerin tepesinde gezinerek gücünü Kürtlerin bedeni üzerinde test eden ve “devletin gücünü göreceksiniz” mottosuyla gündemleşen saldırgan politikadan alıyordu. Bir kısmı zamanı geldiğinde, “saldır” denildiğinde hemen saldıracak şekilde eğitilmişti. Özellikle bazıları konuşurken sırtlarını dayadıkları kutsal devletin her zaman arkalarında olacağından o kadar emin ki… Kürtlere iyi bir saldırının mükafatıyla yatıp kalkmış olan bu nesil, soracağı bir soruyla düşmana had bildirerek tüm geleceğini garanti altına alabilir, atanmamışsa ataması yapılabilir, tayin istiyorsa halledilebilir, yükselmek istiyorsa yükselebilir, siyasete atılmak istiyorsa hemen teklifler alır falan… Irkçı, bunun farkında; bir çok kişinin Kürt meselesinin kanlı hikayesinin omzunda nasıl yükseldiklerini gayet iyi biliyor. Şayet saydıklarımızdan biri olmasa bile katılımcı grup için sosyal medyada like almak da fena olmazdı.
Mesela Beyza Tufan adlı katılımcı twitter hesabında Gergerlioğlu’nun dişine göre olmadığını, karşısında Pervin Buldan’ı istediğini yazmış. Olur, iletiriz! Yine başka bir paylaşımında “Binlerce insanımızın canını yakan PKK terörüyle mücadele sadece dağda silahla olmuyor, bizler de bu işin psikolojik harp kısmındayız ve görevimizin bilincindeyiz.” paylaşımıyla aldığı görevi direk kamuoyu ile paylaşmaktan çekinmemişti. Daha sonra Gergerlioğlu’na sorduğu sorulardan dolayı epey tebrik aldığını söylerken, bir de “evlilik teklifi” bile almaya başladığını söylemesi işin ne kadar cıvıklaştığını göstermeye yetiyordu.
Atilla adlı katılımcının saldırgan konuşmaları ise “Kürt kökenli vatanperver Türk gencinin sözleri” şeklinde saçma bir kimlik tanımlamasıyla sosyal medyada dolaşması, bambaşka detaya dikkatlerimizi çekiyordu. Bizler, yani ataları, akrabaları ve büyükleri İstiklal Mahkemelerince köy meydanlarında sallandırılan bizler, Atilla’nın söylediklerini ciddiye almak zorundayız. Bizdeki ciddiyetin ve ırkçılardaki alkışın sebebi, kendini Kürt olarak tanıtan Atilla’nın binlerce Kürdü yargısız infaz eden İstiklal Mahkemelerini yeniden ve yine göreve davet eden çağrısıydı. Muhtemelen Atilla, program sunucusunun babasının, doksanlarda Mardin Kızıltepe’de kuyulara doldurduğu onlarca Kürt’ten, boşalttığı yüzlerce Kürt köyünden haberi yoktu. Haliyle ya devletin infaz pratiklerini yetersiz bulacak kadar ırkçıydı ya da yeterince dersini iyi çalışmamıştı.
****
Netice itibariyle bu program da daha önceki birçok program gibi Kürtleri terörizmle, gericilikle, vatan hainliği ile suçlamayı pişirip pişirip önümüze koyan faşizmin bir alıştırmasıydı. Oysa ki Kürdün inkarını kibarlaştırılmış şiddete başvurarak yeniden gerçekleştiren post-kırım teknikleri ile ne barış gelebilir ne de demokrasi kurtarılabilir. Bu tekniklerin denendiği zeminler birer gerçek olarak hayatımızda var ve maalesef bu tekniklerin demokratik zeminlerde denenmesi tesadüf değil; zira dünyada hortlayan sağ popülizmin otlandığı alanların başında hızlıca manipüle edilebilen demokratik zeminler gelmektedir. Dolayısıyla kum ile dolgusu yapılmış bu kırılgan zeminlerde konuşmak hem siyaseti yıpratma riski taşıyor hem de konuşmanın kıymetini ortadan kaldırıyor; dahası politikaya, barışa ve demokratikleşmeye katkıdan çok zarar veriyor.
Peki ne yapmalı, konuşulmamalı mı? Hayır, susmaktan bahsetmiyorum; konuşma zeminlerimizi ve muhataplarımızı doğru seçmekten bahsediyorum. Hikayenin toplumsal ve tarihsel bir arka plana sahip olması herkes tarafından anlaşılmasını zorlaştırıyorken, bunu kolaylaştırmanın yolu radikal sağcılarla konuşmaktan geçmez diyorum. Kürt halkı veya Kürt siyasetinin dostları, öncelikle anlama çabası içinde olan insanlarla konuşabilmeli. Kürtleri, Kürt siyasetini ve Kürt değerlerini aşağılayan, irade olarak görmeyen insanlarla konuşmanın bir karşılığı olmadığına da ikna olmalı. Bazen konuşmanın tek başına bir hükmü yoktur; dinleyenin de en az konuşmacı kadar kaygısı olması gerekir. Yoksa karşılıklı olarak birbirini anlama kaygısı taşımayan her konuşma egzersizi, egemenin ezileni yeniden ezmek için tasarladığı şiddetin tekrarı olmaktan kurtulamaz.
Sonuç olarak program, genel olarak mevcut sorunlara çözüm olamayan siyasal iklimin yansımasıydı. Tıpkı mecliste, basın ve sosyal medyada ve daha farklı platformlarda olduğu gibi “kim Kürtlere ve Kürt temsilcilerine daha sert saldırabilir, kim daha iyi hakaret edebilir, kim daha iyi laf sokabilir, kim daha iyi yaralayabilir” yarışının başka bir versiyonuydu… Bazı araştırmalarda[1] ortaya çıktığı gibi, halkın siyasal olay ve olgulara bakış açısını ve algılarını belirleyen asıl yapı siyaset ve siyasal aktörlerdir. Oysa, şu an şiddetin nabzını siyaset belirliyor. Neredeyse her gün çatışma, savaş ve ölümlerle uyandığımız bu siyasal iklimde ancak siyasalın kendisi değişirse algılar değişebilir. En ılımlı olanlarla bile konuşmakta zorlanıyorsak yapılacak öncelikli iş siyaseti değiştirip şiddetin omurgası olan savaşı durdurmaktır.