Savaşa ve Faşizme Karşı Birleşik Mücadele / Mehmet Güneş

2008 büyük emperyalist krizi ve Covid salgınıyla derinleşerek devam eden emperyalist rekabet, daha şiddetlendirerek savaş düzeyine sıçradı. ABD ve NATO Ukrayna topraklarında Rusya ile savaşa girdi. Bu bütün açıklığıyla bir NATO-Rusya savaşıdır ve Ukrayna bu savaşta vekilden önce kurbandır. Bu savaşla başka bir dünyaya geçildi. Savaşları birileri başlatır ama koşulları önceden oluşur. Ukrayna vesile olmasaydı başka bir vesileyle savaş başlayacaktı. Nasıl ki, I. Dünya Savaşı Avusturya-Macaristan veliahtının öldürülmesiyle; II. Dünya Savaşı, Hitler’in manyaklığı sonucu çıkmadıysa, bu savaş da, diktatör Putin’in Çarlık özlemleri sonucu değil, emperyalist rekabetin kaçınılmaz neticesidir. Bu her anlamda bir dünya savaşıdır; dünya savaşı denmesi için daha hangi boyutları alması gerekiyor?

Madrid’te NATO Genel Genel Sekreteri Stoltenberg açık konuştu: “Barış istiyorsak savaşa hazırlanmalıyız.” Aynı toplantıda Avrupa’ya 300 bin kişilik askeri güç yerleştirme kararı boşuna alınmadı. Savaş; politik, ekonomik, diplomatik olarak, ticaret, siber teknoloji, elektronik, dijital vb. her alanda çok önceden başlamıştı. Taraflar, ABD-NATO ve Rusya dışında, değişik düzeylerde hemen tüm ülkelerdir. Bu gerilim bir noktada durabilir, taraflar güç toplamak için vb. taktik gereği geri adım atabilirler ama sorunlar çözülmüş olmaz; daha büyümüş ve keskinleşmiş olarak pusuya yatar. Dünya bir kez daha büyük kapitalist devlet bloklarının egemenlik kavgası temelinde tüm ülkeleri kan gölüne çevirecek bir döneme girmiştir.

Tarih kaldığı yerden devam etmiyor veya tekerrür etmiyor. Yeni bir soğuk savaş döneminde değil, emperyalist-kapitalizmin yeni bir aşamasındayız. Bu yeni dönem anlaşılmadan siyasal gelişmeler anlaşılamaz. Yeni bir soğuk savaş döneminde olmadığımız gibi, o zamanın BM dahil uluslararası kuralları oluşturan tüm kurumları da berhava olmuş durumda. ABD’nin tartışılmaz üstünlüğü devam ederken kurulmuş olan bölgesel ve küresel denklemler değişmiştir. Şimdi, dünya pazarlarının ve zenginliklerin yeniden paylaşımı gündemde. Hala en güçlü olan, ama aynı zamanda gerileyen bir emperyalist güç olan ABD, bu üstünlüğünü korumak için ekonomik baskılar yanında, işgaller dahil, askeri eylemlere ve savaşlara daha fazla başvuracaktır. Balkanların kana bulanıp Yugoslavya’nın paramparça edilmesi, Irak’a düzenlenen seferler, Afganistan, Suriye, Libya vb. dünyanın dört bir yanındaki işgaller ve kanlı kırımlar, ABD’nin gerilemesini durduramadı.

Tam tersine, ABD emperyalizminin gerileme süreci derinleşti, hegemonyası zayıfladı, emperyalist-kapitalist sistem içerisindeki kurulu hiyerarşi sarsıldı. Eşitsiz gelişme yasası işliyor: ABD, silah ve finans gücüyle ya bu süreci durduracak ya da yerini geriden gelen emperyalist odaklara terk edecek. Zaten somut olarak bu böyle gelişiyor; ABD, hızla yükselen Çin devlet kapitalizminin önünü kesmek istiyor. Tarih bunun nafile bir çaba olduğunu gösteriyor. Bütün yükselen ve çöken imparatorluklar gibi ABD imparatorluğu da, ebedi olarak tek hegemon güç olarak kalmayacaktır. Baş aşağı gitmektedir ve kaybedecektir. Ama bunu, insanlığa pahalıya ödetecektir. Süreç çok yönlü gelişmelere gebe. Eşitsiz gelişme, kapitalist devletler arasındaki savaşları kızıştırarak devam ediyor. Devletler arası kapışma tek boyutlu değil. Tüm emperyalist devletler, kendi içlerinde, değişik gerici faşist kliklerin yükselişiyle, iç savaşa gebe şiddetli süreçler yaşıyor.

Kapitalizmin tarihsel döngüsü tam olarak savaşlar sarmalına girmiştir. Dünya çapında sermaye birikim rejimi tıkanmış; sermaye, eskimiş üretim araçlarını tahrip ederek ve savaş vurgunlarıyla yeni birikim rejimi arayışını hızlandırmıştır. Aynı biçimde eşitsiz gelişme sonucu gerileyen emperyalist güç olan ABD ve müttefikleri, savaşsız bir ortamda hegemonyasını yitirecektir. Toplumsal ve siyasal gelişmeler, dünyayı, boyutlarını ve alacağı biçimleri tam olarak kimsenin tahmin edemeyeceği bir savaş döneminin içine çekmiştir.

Savaş görünenden ibaret değildir ve bu savaşın ne zaman sonuçlanacağı da artık önemli değildir. Savaş vasilerden devletler düzeyine sıçramıştır; dünyanın dengesi değişmiştir  ve bundan sonrasını yeni savaşlar belirleyecektir. Nasıl ki, Afganistan’a ABD müdahalesi dünyada yeni dengeleri harekete geçirdi ve ardından irili ufaklı onlarca savaşı getirdiyse, bu savaş daha büyük sarsıntıları, nükleer güçlerin birbirine posta koyduğu daha büyük savaşların kapısını açmıştır. Jeopolitiğin öne çıktığı dönemlerde, siyasiler değil askerler konuşur ve tüm dünyayı bu atmosfer kaplar. Kimse dışında kalamaz: Yüz yıllık tarafsız İskandinav ülkelerinin NATO’ya koşması, değişen dünyanın en bariz götergesidir.

  1. Dünya Savaşında, Alman tekellerinin emperyalist emellerini gerçekleştirmek için Hitler kullanıldı; III. Dünya Savaşının fitilini, ABD ve İngiliz tekellerinin emperyalist istekleri doğrultusunda Biden ve Boris ateşlediler ama “evdeki hesap çarşıya uymuyor”. Sosyalizmi yeryüzünden kazıyarak, dünya Führerliğine soyunan Hitler, intihar ederek kurtulmak zorunda kaldıysa, bu savaş baykuşlarının sonu da farklı olmayacak. Dünya halkları ayaktadır ve hiçbir şey emperyalizminin istediği gibi gelişmeyecektir.

AKP – MHP, faşist diktatörlüğü kurumsallaştırmak için saldırıyor

Dünyada yükselen savaş atmosferine, Türkiye ve Kürdistan, Ortadoğu’nun en kızgın iki toprağı olarak, çok özgün çelişkilerin ve sorunların yarattığı bir çatışma ortamında giriyor. Bu toprakların diğer yerlere göre sessiz göründüğünün düşünülmesi, son derece yanlış bir düşüncedir. Bu toplumda, son yıllarda dışarıya da taşan, 40 yıldır şiddeti ve boyutları değişen, sömürgeci bir savaş sürmekte. O yüzden, en başta bir konuda net olmalıyız: Bu coğrafyada bir savaş var! İsteyelim veya istemeyelim, bize rağmen var ve şiddetlenerek devam ediyor. Bu aynı zamanda bize, emek ve sosyalizm güçlerine karşı ilan edilmiş bir savaştır. Kendisini bu düzene muhalif olarak adlandırılan her kişi ve kurum, farkında olsun ya da olmasın bu savaşın içindedir. Bu savaşta ara yerde kalabilecekler olsa da, savaşın sivri ucunda ve hedefinde devrimci ve sosyalist güçler vardır. Kimileri bu savaşı ne kadar dışına atmaya çalışsa da, savaş tüm toplumu içine çekmektedir. Halihazırda, Türkiye’de siyaset ve kitle hareketleri, savaşın belirlediği koşullarda sürüyordu. Bundan sonraki siyasal süreci de sömürgeci savaşın gidişatı belirleyecektir.

Türkiye, kendi tarihinin, en zor ve tüm gericilik biçimlerinin şaha kalktığı bir döneminden geçiyor. Günümüzde, dünya ölçeğinde yaşanan tüm çarpıklıkların, kirli ilişkilerin ve zorbalığın en uç biçimleri, bu coğrafyada yaşanıyor. Türkiye, yeryüzünde ortaya çıkmış her türlü gericiliğin ve buna karşı ölümüne direnişin; doğrunun ve yanlışın, ahlakın ve ahlaksızlığın, haklının ve haksızın, en çıplak biçimiyle karşı karşıya kaldığı bir dönemin içindedir. TC, bölgede ve hatta dünyada bu çelişkiler cehenneminde kıvranan; en çok zorlanan ülke diyebiliriz. Dünya üzerindeki bütün büyük başkaldırılar, köylü isyanları, işçi ayaklanmaları, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri, tam olarak tarihin bu zorlanma anlarında gerçekleşmiş ve yükselişe geçmiştir. Açıkça söyleyebiliriz ki, Türkiye, faşizm ve devrim ikilemine kilitlenmiştir.

ABD-NATO ile Rusya savaşının başlarında tarafsızlığa yatan Türk egemenlik sistemi ve faşist şefi, Madrit’te tarafsızlık maskesini çıkarıp, savaş baykuşu yüzüyle NATO’daki yerini almıştır. NATO ise arasındaki çelişkilere rağmen kullanışlı bir nesne olarak TC faşizmini kucaklamıştır. Bu durum ona bazı olanakları kapatırken, başka bazı avantajlar sağlayabilir; dışarda bazı kapıları kapatırken, içerde daha pervasız davranma koşullarını oluşturabilir. Savaşlar başlangıçta sermaye ve devletlerin önünü açar ama zamanla savaşın yıkıntılarıyla karşılaşan kitleler sahneye çıkar. Zaten, Türkiye ve Kürdistan’da kitleler 40 yıldır sömürgeci savaşın yaratığı yıkımı yaşıyor.

TC egemenleri, dünyada savaşları hep bir fırsat olarak değerlendirmiştir. İttihatçıların, İmparatorluğu yaymak için dahil oldukları Birinci Dünya Savaşı macerası, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve Anadolu’nun işgaliyle sonuçlanmıştır. Bayar-Menderes diktatörlüğü, koşaradım Kore savaşına katılarak, bine yakın emekçi çocuğunun kanını bedel olarak ödeyip NATO’ya girmiştir. Faşist şef de, tarihsel öncüllerinin izinden giderek bu savaşı en büyük kazanç kapısına çevirmek için kolları sıvamıştır.

Geçtiğimiz ay bölge semalarını savaş baykuşları doldurdu: ABD ve İngiltere’nin Dışişleri ve Savunma Bakanları, Türkiye dahil, bölge ülkeleriyle pazarlıklara başladılar. Aynı dönemde İsrail Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı Türkiye’ye geldi. Gene aynı aralıkta Suudi Arabistan Prensi Türkiye’deydi. Bütün bu ziyaretler bölgede İsrail, Gerici Arap devletleri ve Türkiye’nin içinde yer alacağı, yavru Ortadoğu NATO’sunun kurulması içindir. Faşist TC bu işe teşnedir; dünya dengelerindeki boşlukları kullanarak, bölgede emperyalizmin koçbaşı rolünü yeniden oynamak istiyor.

Savaşlarda avantaj, ekonomik olarak güçlü olanlardadır; askeri güç kadar, ekonomik güç, sanayi ve teknolojik gelişkinlik belirleyicidir. Faşist şefin en yumuşak karnı çökmüş ekonomidir. Savaş ortamında elini güçlendirmek için ayağa kalkmak üzere olan tüm aç ve yoksul kitleleri susturmayı başa alacak, bu ortamı topyekün faşizme geçmek için kullanacaktır. Önümüzdeki bir yıl dananın kuyruğunun kopacağı uzun ve sancılı sert bir savaş yılı olacaktır. Bu koşullarda faşizme ve sömürgeci savaşa karşı mücadele daha güncel ve acil görev olarak, varlık yokluk sorunu olarak, tüm devrimci güçlerin önüne gelmiştir. Bu aynı zamanda Türkiye ve Kürdistan’da yeni bir dönemdir.

40 yıllık sömürgeci savaş, başta emekçilere ve tüm topluma büyük acılar yaşatmış, ağır bedellere malolmuştur. Ama aynı zamanda faşizme ve savaşa karşı bir bilinç ve tecrübe kazandırmıştır. Türkiye’de devrime yakın devasa bir Kürt halkı ve silahlı devrim gücü var. Bu güç, bugünkü Türkiye’de ikili bir rol oynuyor. Bir yandan militan ve kitlesel gücüyle 40 yıldır sistemin tüm temellerini sarsan bir rol oynuyor ama hem konjoktür hem Türkiye tarafındaki özne boşluğu tam bir zafere olanak vermiyor. İkinci etkisi, Türkiye tarafında devrimci bir alternatif oluşamadığından, bu boşluğu gericilik ve faşist hareketler dolduruyor. Bu bir yanıyla devrimlerin yasasından kaynaklanıyor: “devrimler karşı devrimi büyüterek gelişir”. Türkiye’de olan da budur. Ama asıl eksiklik, Türkiye tarafındaki devrimcilik boşluğudur. Türkiye’de yükselen gericiliğin ve faşizm dalgasının büyümesi, siyasal olduğu kadar, toplumların ruh haliyle ilgilidir. Toplumlar uzun süreli savaşlarda bir yere kadar direnir; bir noktadan sonra güçlü olandan yana geçer. Türkiye’de olan da budur ama bunun asıl sebebini doğru analiz etmek önemli. Kürt devrimi dalgalar halinde yükselirken, Türkiye toplumunu, bu devrime bağlayacak halka oluşturulamamıştır. Türkiye’nin devrim ve değişim isteyen kesimleri görünür değildir; bu boşluk sistemin en büyük avantajıdır. Türkiye’de değişim olacaksa bu Türkiye tarafının değişmesi demektir. Kürt devriminin karşısına, Türkiye’nin ancak devrimci bir gücü, sorunu çözecek muhatap olarak çıkabilir.

Sömürgeci savaşa ve faşizme karşı acil görevlerimiz

Türkiye ve Kürdistan toplumu aşırı ve şiddet yüklü bir gerilim içindedir. Toplum bir boydan bir boya, tüm kesimleriyle ve büyük güçleriyle, değişik bloklar halinde, 40 yıldır giderek şiddetlenen bir gerilim içinde ve ip kopmak üzere. Durum her bakımdan can yakıcıdır: Milyonlar acı ve öfke içinde tutunacak bir dal arıyor. Tam burada dönüp devrim ve sosyalizm iddiasındaki güçlerin tartışmalarına bakmak gerekir.

Türkiyeli sosyalistler başta olmak üzere, geniş bir kesim, devletin Kürdistan’da sürdürdüğü sömürgeci savaşı eleştiriyor, TC’nin savaş siyasetine karşı çıkıyor ama açıklama dışında ne yapıyorlar? Devrimci kesimlerin büyük bölümü bile sadece açıklamayla yetiniyorlar. Bu durumda geniş kitleleri esir alan şovenist dalga nasıl engellenebilir? Bu yalnızca bir savaşa karşı çıkma olarak ele alınabilecek bir ilke sorunu değil, bir hayat memat meselesi. Bu savaş, bu ülkenin geleceğini belirliyor. Yarım ağızla da olsa herkes yayılmacı savaşı eleştiriyor ama sonra herkes rutin siyasetine dönüyor. Siyaset, öngörü ve temel halkayı yakalama ise bu temel halka nedir? Açlık, yoksulluk, enflasyon dahil bütün bunların temeli 40 yıldır sürdürülen sömürgeci savaştır. Dışarda ve içerde, bu iktidarın en büyük dayanağı da bu savaştır. Temel halka, sömürgeci savaşa karşı mücadeledir. Bu savaş siyasetini, ne iç ne dış egemenler engelleyemez, bu savaşı engellemek, halkın savaşa karşı çıkmasına bağlı. Devrimci güçler, bunu, devletin yürütmekte olduğu savaş siyasetini başa alarak; bunu topluma anlatmaktan ziyade, bir katiller sürüsüne dönüşen karşı devrimci odakları gerileterek; Türkiye tarafında da, faşizmin karşısına anlayacağı dilden konuşabilen güçleri yaratarak sağlayabilir.

Türkiye ve Kürdistan’ın orta sınıfları dahil, ideolojik ve kültürel şartlanmalar dışında, yüzde doksanının gelecek endişesi içinde olduğu açıktır. Bunların ezici çoğunluğu bu iktidar gitsin istiyor ve bunun için döğüşmeye hazır. Döğüşmek istemiyor değil döğüşmek için alternatif, araç, alet, kurum bulamıyor. Bu koşullarda, devrimci güçler ne öneriyor? Devrimci güçlerdeki radikallik yarışı kaybettiriyor; bu, artık aşılmalıdır. Bu, militan çizginin korunması şartıyla, biz varız mantığından kurtulup, burnundan soluyan ve gittikçe nefes alamaz durumda olan kitlelerle birleşecek bir çizgiye sıçratarak başarılabilir.

Bir dönemdir, bütün Türkiye’de faşizme karşı olan tüm kesimler kendi tarzlarında muhalefet ediyor. Önümüzdeki süreçte sınıflar savaşı varlık yokluk çizgisinde sürecektir. Eğer kitlelerin memnuniyetsizliği daha da büyür ve eylemli karşı koyuşlar düzeyine yükselirse düşman da tüm muhalefeti ezmek ve dağıtmak için bütün baskı ve zor güçlerini devreye sokacaktır. Ancak bu duruma karşı direniş ve karşı koyuş geliştikçe, devrimin kuvvetleri de o oranda yetkinleşir. Bu, devrimlerin yasasıdır.  Varlık yokluk gerçekliği faşizm cephesi için de fazlasıyla geçerlidir. Faşist koalisyon tüm karşı güçleri, şiddet ve kanla bastırmadan iktidarda kalamaz. Zaten, mücadeleyi varlık yokluk aşamasına yükselten bu koşullardır. İçinden geçtiğimiz dönemin tanımı; ya faşizm ya devrim kazanacak! Bu koşullarda eski ve alışılmış mücadele yöntemleri ve araçları geçersizdir. Dünyanın çivisinin çıktığı bu “fetret dönemi”nde siyaset oyunu oynanamaz. Tüm muhalif halk kitleleriyle birlikte, tüm siyasal devrimci güçlerin geleceğinin belirleneceği varlık yokluk keskinliğinde, şiddet yüklü bir döneme giriyoruz. Bu aşamada parlak ve keskin sloganlar sökmez, imha etmek için üzerimize gelen düşmana karşı tüm muhalif güçleri mücadeleye çekecek siyasi taktikleri, örgütsel biçimleri ve savaş tarzını yaratmak zorundayız.

Yeni dönemin dayattığı görevler

Böylesi varlık yokluk günlerinde eski yöntemleri sürdürebilir miyiz? Eski araçlar ve silahlarla yetinebilir miyiz? Yalnızca kendi militan ilişkilerimizle yapılan eylemlilikler dışımıza dokunmuyor, güçlerimizi yoruyor ve ufkunu daraltıyor. Koşullara göre her şeyi göze alarak ve her bedeli ödeyerek ne kadarsak o kadar, faşizmin karşısına çıkmaktan kaçınmayacağımız görevler vardır ama bunu tek eylem tarzına dönüştürmek bize kazandırmaz. Mutlaka, her eylemimiz, her faaliyetimiz dış dünyaya, öfkeli emekçi kesimlere dokunmak zorundadır. Bunu başaramazsak güçlerimizi yormaktan öteye gidemeyiz. Küçük grupların eylemlerini, mutlaka, büyük kitlelere seslenen ve onları kımıldatan bir çizgiye çekmenin tarzını yaratmalıyız. Bu, en başta, yıllara uzanan rutin propaganda ve eylem tarzını aşarak gerçekleşebilir. Bunun için kendi doğrularımızı ve sloganlarımızı tekrarlamakla yetinmeyip, kitlelerin can alıcı taleplerini, onların anlayacağı bir propaganda ve eylem tarzına döndürmek zorundayız.

Yıllardır bütün yapıp ettiklerimiz dışımıza, kitlelere dokunmuyorsa, işçi ve emekçilerin açlar ordusuna dönüştüğü ve bir çıkış aradığı bu zor dönemde daha yetersiz kalacaktır. Düzen siyasetinin çöktüğü ve ezilen kitlelerin yaşayamaz duruma düştüğü koşullarda, ideolojik ve politik çizgi çok daha önem kazanır. Bu koşullarda  ideolojik ve politik çizgi, değişik devrimci eğilimlerin sonuçsuz tartışmaları olarak süremez; kim kime karşı, kimlerle ve nasıl beraber, hangi araç ve taktiklerle somut olarak ortaya konulmalıdır. Ama yetmez; tüm bunları biz şimdiye kadar örgütlü ve siyasal güçlere konuşan bir dille açıkladık, şimdi bu dile yabancı ama daha gerçek, sahici kitleler arayış içinde ve kendilerinin katılacağı bir çözüm arayışındalar. Dönem devrimci güçlere ideolojik, siyasal ve örgütsel çizgisini, kitle çizgisi temelinde ve devrimci bir eksende ve bu gerçeklikler üzerine  yeniden yapılandırmayı dayatıyor.

Birleşik güçlerimiz, bugünkü mevcut siyasal ortamda tüm muhalif dinamikleri gözeten ve onları ileri çeken bir yerden, meşru alanda kitleleri sokağa çemek için çok yönlü politika ve taktikler geliştirmek zorundadır. Soldaki siyasal kamplaşmalar, köklü temellere dayanan ideolojik tavırlar sonucu oluşmuştur ve kolay kolay aşılamaz. Türkiye ve Kürdistan’daki politik gerilim, bölgedeki savaş ve kanlı faşist saldırganlık, bütün ideolojik yanılsamaların üzerine çıkan bir ortam yaratmıştır. Kimsenin afaki tartışmalarda, suni ayrımlar yaratma lüksü de olanağı da kalmamıştır. Düşman cephesi, faşizm ve savaş klikleri olarak çıplak ve gözler önündedir.

Türkiye tarafında görünür ve eylemli bir güç ve hareket yaratmak nasıl başarılabilir? Tarihsel bir moment oluştuğunda, nesnel ve öznel koşullar buna alan açar hale gelir. Türkiye bu durumdadır. Nesnel koşullar, tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak dev bir öfke biriktirdi. Özne yok. Özne nesnel koşullardan ayrı değil. Türkiye devrimciliği, bugünkü haliyle 40 yıllık bir işlevsizlik içindedir ama Türkiye’nin tarihsel devrimci birikimi dev potansiyeller barındırıyor. Büyüklü küçüklü, mevcut devrimci örgütlerin militanları, Türkiye devriminin birikimidir. Devrimci bir değişim isteyen tüm bu birikim, devrimden yanadır. Diğer yandan, Türkiye’nin değişim isteyen büyük öfkeli milyonları, görünür devrimci bir merkez olmadan ayağa kalkmazlar, kalksalar da Gezi benzeri geriye dönerler. Sonuç alıcı veya az çok ileri birikim yaratacak olan, görünür bir devrimci odağın yaratılmasıdır ve bu, tüm devrimci militanların görevi, var oluş sebebidir.

Devrimci güçlerin yasadışı mevzileri zayıf, yasal mevzileri kuşatma altındadır. Her iki alanda da muazzam örgütlü, hazırlıklı ve tepeden tırnağa silahlı, katliamcı güçlere, bugünkü kullandığımız araçlarla karşı koyamayız. Oysa Türkiye’de AKP-MHP faşizmine karşı olan güçler zayıf değildir. Kürt halkının, Alevilerin, direngen kadınların, yaşayamaz durumdaki çalışanların, laik yaşamı benimsemiş kesimlerin ve yüz yıllık devrimci, sosyalist, aydın birikimin tümü, tarihin bu konağında devrimci ve antifaşist güçlerin müttefiki durumuna gelmiştir. Bu, gerçektir ve Türkiye’de devrimci muhalefetin şimdiye kadar sahip olmadığı büyük bir devrim potansiyelidir. Tüm devrimci güçler, bu tarihi fırsatı ve bu büyük muhalefet potansiyelini siyasal bir güce dönüştürerek faşizmin karşısına dikmekle görevlidir. Birleşik güçlerimizin acil görevi, öncüleşerek, tüm devrimci güçlerle birleşerek bu görevi gerçekleştirmek için hazırlanmaktır.

Herkesin önerdiği, tüm anti faşist güçlerin birliği, nasıl gerçekleşir?

Birleşik güçlerimiz, doğru olarak “faşizmi yıkacağız, özgürlüğü kazanacağız” şiarıyla, bu tarihsel momentte, işçi sınıfının ve halkların muhalefetinin ağır tehditlere ve kanlı saldırılara rağmen ileriye fırlayabileceği koşullara sahip olduğuna inanıyor. Tüm devrimci güçlere alışıldık birlik çağrısı yapmıyor; hem tüm emekçi sınıflardan değişik muhalif kuvvetlerle hem de tüm siyasal güçlerle, ortak bir savaş cephesinde birleşebilmenin koşullarını arıyor. Bu acil görevi birlikte başarmayı öneriyor. Aynı anda, kendi  mücadele güçlerini, potansiyellerini, örgüt ve kurumlarını bu zor dönemin görevlerine uygun yeni bir tarzda düzenlemek hedefine kilitlenmiştir. Günün görevi, kendi alanımızda kazanacağımız tüm mevziler ve kuvvetleri, ortak mücadelenin hizmetine koşarken, ortak yaratacağımız mevzi ve kuvvetlerden güç alarak düşman mevzilerine daha cüretli atakları hedeflemektir.

Faşist koalisyondaki çözülmeyi derinleştirip onu yıkıma sürükleyecek bir karşı irade, karşı kudret hala politik arenada görünür bir kuvvet olarak yaratılamamıştır. İç ve dış gelişmeler, bütün boyutlarıyla faşist koalisyonda şiddetli kırılmalar yaratıyor. Bu kırılma noktalarında devrimci örgütler, kitleler için görünür politik özneler olamadılar. Kırılma dönemleri, ekonomik, politik krizler, her dönem devrimciler için yeni olanak ve fırsatlar yaratır. Başarılı başarısız tüm devrimci kalkışmalar, kırılma noktalarında gerçekleşmiştir. Devrimci güçler, 1980’den bugüne büyük alt üst oluşlarla sarsılan ve kitlelerin muhalefetinin yükseldiği koşullarda güçlenemiyorsa gerekçesi faşizmin baskıları olamaz. Asıl hatayı kendi yapamadıklarımızda aramalıyız. Bu momentte yaptıklarımız değil yapamadıklarımızın doğru anlaşılması öğreticidir.

Bugün devrimci olmak, soyut devrim lafları etmek değil, mevcut devrimci ve muhalif güçler arasında tüm muhalefeti arkasında toplayacak hareketi inşa etmekten geçer. Bugün özel bir durum oluşmuştur. Tarihsel ve kültürel olarak devrimcilere en uzak olan kesimler, şiddetli bir muhalif öfke içindedir. Başka zamanlarda hiçbir biçimde solla rezonansa gelmeyecek kesimler, bugün sokağa çıkmak için her zamankinden daha olgun durumdadır. Açlık ve yoksulluk, en çok AKP ve MHP’nin etkisindeki yoksulları vurmakta ve bu kesimlerde yıkıcı bir kara öfke büyümektedir. Bu yıkıcı kara öfkeyi klasik sol sloganlarla etkileyemeyiz. Oysa onların yakıcı talep ve sorunlarını politikleştirerek  yaklaşıldığında birçok alanda sert direnişler gerçekleştirildi. Yüzde 70-80 AKP ve MHP’ye oy veren Soma ve Niğde’deki maden işçileri ve geçtiğimiz günlerde Okmeydanı’ında AKP’nin kalesi olan Fetihtepe halkının direnişi bunun göstergesidir. Bu durum, açlığın pençesindeki tüm yoksul emekçiler için gerçekleştirilebilir. Bunun için; birincisi, devrimci alternatifin görünür olması zorunludur. İkincisi, bu kitlenin kendiliğinden harekete geçmesi beklenmeksizin, her türlü olanak değerlendirilerek onlarla önceden ilişkilenmek gerekir.

Birleşik güçlerimiz yaptıklarını değil yapamadıklarını tartışıyor

Birliğimiz, devrimci kesimlerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur ama bu Türiye’deki  tüm devrimci birikimi kapsamaktan uzaktır. Örgütlü örgütsüz tüm devrimci kesimleri kapsayacak bir odak olmak çok önemlidir ama mücadele bununla da başarıya ulaşamaz. Sorun, siyasal güçlerin dar zeminlerinden öteye kitlesel muhalefetin tüm kanallarını harekete geçirecek slogan, araç ve kurumları yaratarak aşılabilir. Bugün devrimcilik, örgütlerin kendi güçlerinin yanında düzenle sorunu olan, bu sistemde yaşama kanalları tıkanan, çözüm arayan tüm toplum kesimlerini devrimci bir iktidar hedefinde birleştirecek yeni bir siyaset tarzına kavuşturmasıdır.

Burjuva muhalefetteki bekleme hali ve hareketsizlik, AKP-MHP faşizminin kendisini toparlaması için zaman tanımaktadır. Herkes bunu söylüyor, ama kendi duruşumuz ve yaptıklarımız, sözler dışında, ne kadar ilerde? Başta AKP’deki çözülme ve faşist ittifakta yaşanan çatlakları derinleştirip, onu çöküşe götürecek karşı irade nasıl yaratılacaktır? Bu sorun, haklı olarak en başta birleşik güçlerimizin önündedir.

Bugün geniş bir kesimde, faşizmin kurumsallaşma yönünde ilerlediği ve AKP-MHP kliğinin iktidarı bırakmayacağı; buna karşı anti-faşist güçlerin birleşmesi gerektiği, politik olarak tespit ediliyor. Aynı zamanda legal reformist soldan liberallere ve burjuva muhalefet içinden değişik kesimlere değin, AKP-MHP iktidarının seçimlerle gitmeyeceği, iç savaş dahil her yolu deneyerek direneceğine dair geniş propaganda sürdürülüyor. Bu tartışmalar, AKP karşıtı geniş bir kamuoyunu etkiliyor. Devrimci ve demokratik tüm kesimler, bu doğru politik değerlendirmenin gereğini yerine getirmiyor veya bu yetenekleri yok.  Bu doğru tespit yapılıp, sözde bırakılırsa, yılgınlık yaratmaya hizmet eder. Aynı biçimde, birleşik güçlerimiz de, kendisini faşizmin yıkılması hedefine kilitlemesine rağmen (Faşizmi yıkacağız, Özgürlüğü kazanacağız!) bu hedef doğrultusunda fazla bir gelişme gösteremiyor.

Anın gerektirdiği doğru adım, kavranacak halkalardadır. Kapitalizmin çelişkilerini çözümlemekle  yetinmeyip, bu çelişkileri çözümlerken, kavranacak alanları ve güçleri doğru tespit etmeliyiz. Bugünkü harekete geçen, ama sürekli geri püskürtülen darmadağınık güçlerin bir bileşkesi oluşturulup, rutin eylemsellik dışına çıkarak, beklenmedik yerlerde ve zamanlarda, kitlelerin en can yakıcı talep ve beklentilerini gözleyerek, özel olarak hazırlanmış güçlerle, özel olarak seçilmiş hedefler için sonuç alıcı çalışmalara girişmeliyiz. Birkaç stratejik mevzi belirleyerek, somut ve acil bir program hazırlayarak birleşik güçlerle buralara yüklenmeliyiz. Birleşik güçlerimiz her biri kendi alanlarında ve kendi çalışmalarını güçlendirmeyi öne alıyor ve bu birleşikliği sıradanlaştırıyor. Zaten, şimdiye kadar tüm ittifak ve birleşik mücadele organları, toplamı aşan bir hareket yaratamadılar; oluşturulan ortak organlar bir savaş ve mücadele merkezinden çok, protokoler ilişki aygıtları durumundalar.  Birleşikliğimiz kendisini görünür bir alternatif haline getirip, gerçekten tüm güçlerini merkezileştirerek, çelişkilerin en keskinleştiği alanlarda hareket yaratamazsa iddiasının uzağına düşer.

Faşizme karşı mücadelede en küçük gedik, çatlak, çelişki çok önemlidir ve devrimcilik bunları kullanıp kullanamama yeteneğine bağlıdır. Faşizme karşı geniş kitleleri, küçük de olsa kımıldatan her adım çok önemlidir ve devrimci olan, buna hiç bir gerekçeyle burun kıvıramaz. Kendisinin bir dalga yaratması önemlidir ama faşizme karşı mücadelede, devrim güçlerinin dışındaki kesimlerin kıpırtısı, aktif-pasif sokağa çıkması çok daha önemlidir ve faşizmi yenecek büyük cephenin mantığı ve nesnel temeli budur. Burada öncülük – kuyrukçuluk tartışması apolitizmdir. Sokak herkese hodri meydan der ve kimseye iltimas etmez. Aktif olan, doğru yeri ve doğru duruşu kararlıca savunanları taktir eder ve pratik sonucu belirler. Sokağa çıkılır ve kavganın başına geçilir. Bu, hem güçleri büyütmek, cepheyi genişletmek hem de kavgayı keskinleştirmek, derinleştirmek ve faşizme karşı tüm güçleri sistemin karşısına yığabilmek için zorunludur. Bu bahiste kavgayı kimin başlattığı mevzusu önemsizdir, kimin nereye kadar büyüteceği ve götüreceği belirleyicidir.

Bu arada tüm toplumu etkileyen seçimler üzerine tartışmalar ve tavrımız da önemlidir. Seçimlerin yapılmayacağı, savaş ve terör yöntemlerinin 7 Haziran sonrasından daha yüksek düzeyde ve kanlı provokasyonlarla erteleneceği dillendiriliyor. Genel eğilim seçimlerin ertelenemeyeceği ama savaş koşullarında yapılmak zorunda kalacağı yönündedir. Bu koşullarda seçimlerin her durumda yapılabileceği kabulüyle hazırlanılırsa, beklenmedik provokasyonlar sonucu yılgınlık ve teslimiyet kaçınılmaz olur. Bunun için birleşik güçlerimiz bütün bu ihtimaller içinde en kötüsünü bekleyerek ve kitleleri bu yönde bilinçlendirerek hazırlıklı olmalıdır. Seçimler için burada söyleyeceklerimiz bu düzeydedir, kuşkusuz ileride daha etraflı değerlendirmeler yapılacaktır.

Dışımızdaki muhalif, devrimci ve anti faşisit güçleri sloganlar ve sözlerle ikna edemeyiz, hareket yaratarak örnek olabiliriz. Birleşen güçler olarak, kitlelere dokunan, toplumun değişik kesimlerini harekete geçiren bir farkındalık yaratarak birleşikliğimizin somut etkilerini gösterebiliriz. Bu, kendimizden önce, mücadeleyi ileri çeker, güçlendirir; güçlenen mücadele, birliğimizi olduğu gibi, tüm mücadele eden güçlerin moral ve motivasyonunu yükseltir. Zira yaratılan büyük veya küçük kitle dinamiğidir ve kitle hareketliliği her zaman ve her yerde yeni kuvvetleri çeker.

Birliğimiz, koşulların gerektirdiği tüm mücadele yöntemlerini kullanarak, faşist TC devletini yıkmak için faşizme karşı kırk yıldır savaşan Kürt devrimiyle aynı hatta buluşmuştur; bu birliktelik ülkemizin faşizme karşı tek devrimci seçeneğidir. Bunu stratejik devrim hedefiyle, bunun gerektirdiği araçlarla ve mücadele tarzıyla birleştirecek adımları atmıştır. Ama asıl sorun pratiktir; bu doğru adımları bağımsız devrimci eylemiyle tüm anti faşist güçler ve muhalif kitlelerce görülür bir düzeye yükseltememiştir.

Birleşik güçlerimiz, devrimi gerçek bir alternatif haline getirmek için vardır. Ama tarihin bu anındaki Türkiye ve Kürdistan gerçekliği, önümüze varlık yokluk sorunu olarak çıkmıştır. AKP-MHP iktidarı, tüm yolları ve yöntemleri kullanarak, bütün muhalefeti ezerek, faşist diktatörlüğünü pekiştirmek için harekete geçmiştir. Mücadele, bizim önde olduğumuz ve bizim inisiyatifimizde gelişmiyor, faşizmin topyekün diktatörlüğünü kurmak için tüm güçleriyle saldırıya geçtiği bir dönemde ve düşmanın insiyatifinde gelişiyor. Faşizm cephesinin fazla vakti yok, dışarda  ve içerde en sıkışık zamanını yaşıyor. Devrimci güçler için olduğu gibi faşizmin iktidarı da varlık yokluk anındadır ve bu bilinçle saldırıyor.

Bu koşullarda birliğimiz, dışındaki güçlere nötr, tavırsız kalamaz. Biz, “en ilerden mücadeleyi omuzluyoruz, en devrimci hattı izliyoruz” böbürlenmeciliğini ve üstü örtük veya açık dışımızdaki mücadele güçlerini küçümseyen anlayışları yenmeliyiz. Birliğimiz önce bir olarak, ama birleşenlerin toplamından daha ilerde bir kuvvet ve hareket ortaya çıkararak yolu açabilir, iddiasını gerçeğe dönüştürebilir. Birliğimiz, birleşikliğin farklılığını, somut pratiğe etki ederek, hareket yaratarak az veya çok yeni kuvvetleri mücadeleye çekerek gösterir.

Birleşik mücadelemizin varlığı ve amacı, birleşen güçlerin toplamını aşan bir dinamizm yaratmaktır. Bu, birliğimizi oluşturan tüm güçlerin birleşik mücadele sürecine, tüm potansiyellerini, iradesini, bilincini katarak eylem ve hareket olarak yeniden yaratarak gerçekleşebilir. Aynı zamanda gereken yeni örgütsel ve pratik araçları yaratarak gerçekleşebilir. Bütün birlikler ve birleşik yükselişler, birlik çağrılarıyla değil, hareket ve eylem yaratarak gerçekleşmiştir. Kendi doğrularımıza kutsal anlamlar yükleyerek yol alamayız; hareket ve eylem yarattığımızda hem birliğimiz güçlenir, birleşiriz ama daha önemlisi birleştiririz. Siyasal mücadelede gelişimin ölçüsü yaptıklarımız değil yapmadıklarımız veya yapamadıklarımızdır.

Mehmet Güneş

8 Temmuz 2022

Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir