Suç ortaklığı – Derya Doğan

Kapitalizmin doğa tahribatı konusunda tonlarca şey yazabiliriz. Dün bu konuda yazılanlar, insanlar için belli bir soyutluk taşırdı. Bugünse yazın sıcağında yaşanan sel baskınlarına, su taşkınlarına, kavurucu sıcaklara ve orman yangınlarına kadar birçok semptomu ile artık ekolojik kriz, gündelik hayatımızı belirleyen bir gündem. Ama yine de hiçbir şey; ekolojik kriz üzerine onca yazılıp çizilenler; Marmaris’in yanan ormanları ve İkizköy’ün zeytinleri için duyarlılık gösterenlerin, Cudi’nin kesilen ağaçlarına, Kürdistan’ın yakılan ormanına, Efrin’in sökülüp Türkiye’ye taşınan zeytinlerine bigane kalmasını engelleyemiyor. Oysa “doğa tahribatı nerede yapılırsa yapılsın geri dönüşü hepimize olacak” ezber cümlesini, çokça duymuşuzdur bu cenahtan. Allahları var, söyledikleri doğrudur da…

Kürdistan’da “güvenlik gerekçesiyle kesilen ormanlar” dendiğinde akan sular duruyor, öyle mi? Savaş bu; bir sincabın sığınacağı bir ağaç kovuğu, bir gerillanın da dinleneceği yer olur. Ağacın dalları yaprakları, SİHA’ların görüntüsünü flulaştırabilir. Bir de ağaç varsa, yeşil varsa orada yaşam var demektir. Yaşam varsa gerillaya yataklık edebilecek bir toplumsallık var demektir. Bu yüzden, içinde bulunduğumuz savaş nedeniyle, bu yaşamı kurutmak gerek. Kürdistan’ın dağını, taşını, çorak, ot bitmez, kuş konmaz bir hale getirmek gerek. Çünkü ot bitmeyen, kuş konmayan bir dağ gerillaya da yuva olamaz. Çok makul değil mi? Savaş bu; ne yaparsanız yapın, ne orta sınıf hümanizminize, ne de doğaseverliğinize yer var. Bizim hümanistlerimiz, doğaseverlerimiz de oldukça realistler zaten! Kürdistan’da askeri bölge ilan edilip tonla mayın döşenen birçok yer, daha sonra öylece bırakıldı örneğin. Sonra çocuklar belki bir oyunun belki de otlamaya çıkarılan bir koyun sürüsünün peşinde, orada mayına kolunu bacağını, kimi zaman canını verdi. Vaka-i adiyedendir bu tür olaylar. Türkiye tarafında hiç gündem olmaz. Sınıfsal ve ulusal parçalanmışlıkla birlikte ölüm karşısındaki duyarlılık eşiği değişir çünkü.

Evet yanan ağacın lafı olmadığı gibi sönen ocağın, bir eve düşen yangının da lafı olmuyor. Bir düşünün, İstanbul’da bir genç, hem de keman çalan bir genç, herkesin gözü önünde, miting meydanında polis tarafından kurşunlanmış olsun. O da yetmesin, bir gazeteci, bu vurulma anını yakalamış ve “kamuoyu”na servis etmiş olsun. Ne olurdu? O fidan boylu, kemanı eline yakışan gençle, özdeşleşme kurulmaz mıydı? O gencin resmi, tüm muhalif twitter hesaplarının profil resmi olmaz mıydı? Onun için futbol turnuvasından gençlik festivaline birçok şey yapılmaz mıydı?[1] Değil mi ki hikaye masumane, o hikaye sahiplenesidir, o genç sevilesidir orta sınıf sol kamuoyumuz için. Ama Amed’te yaşandıysa olay, Kürt özgürlük mücadelesine, “ateşin ve güneşin çocukları”nın isyan ve başkaldırısının simgesi güne -Newroz’a- denk geliyorsa polis cinayeti; o genç, konservatuar öğrencisi keman çalan bir genç de olsa, sahiplenesi, sevilesi değildir! Kemal Kurkut, temiz yüzlü, eline kemanı yakışan çocuk, Amed Newrozunda, insan selinin olduğu bir meydanda, kurşunlandı. Malatya’da bir ocağa ateş düştü, Kürt bir ananın yüreği yandı. Acının da, ölümün de kimliği vardı, bunu kaç kez deneyimledik bu coğrayfada. O ateşi, sadece Kürt halkı ve Kürt halkının mücadelesini kendi mücadelesi bilen, Türkiye ve Kürdistan devriminin birbirine kopmaz bağlarla bağlı olduğunun bilinci ile mücadele eden Türkiyeli devrimciler yüreğinde bildi. Türkiye’deki tatlı su solculuğunun da, hümanist aydınların da sınırı Kürdistan sınırlarına kadardı çünkü.

Yine bu ülkenin orta sınıf solcuları, ekolojistleri, yeşilsever sosyal demokratları, sermaye için AKP’nin yol temizliği kabilinde kestiği ormanları, söktüğü zeytinleri görür; canından can gider, etinden et kopar. Öyle tepkilenir, öyle öfkelenir işte… AKP’nin, iklim kriziyle birlikte daha da artan yangınları, cayır cayır yanan ormanları bile isteye seyrettiğini, yok olan ormanlık alanları daha sonra parsel parsel rant için satacağını bilir, adeta her yanan ağaçla soluğu kesilir. O kadar duyarlıdır doğaya. Ama güvenlikse mevzubahis olan, Kürt ellerinde yanan ormanın, kesilen ağacın, sönen ocağın lafı mı olur?! Olmaz!..

Sri Lanka’daki ayaklanmanın aynasında görebileceklerimiz

Lafı çok uzatmayayım, Kürdistan’daki savaşa karşı sessiz kalan herkes orada halkın katledilmesinin ve doğa katliamının ortağıdır. TC’nin bekası için bu savaşın hazır kıta askeri durumundadır. Kürdistan’daki savaşa “devletin güvenliği” için gözünü kapatan herkes, ateşe odun taşımış demektir. 40 yıldır bir savaş sürdürülüyorsa, bu savaş sadece ordu ile Kürt halkı ve gerillası arasında yaşanmıyor. Bu savaşın tüm çıktılarını kabul eden, hatta bu çıktılar uğruna denkleme girdi yapan, bu doğrultuda konumlanan bir toplumsal gerçekliğin de inşa olduğunu görmeliyiz. Tam da bu yüzden, bugün narkoekonomiyle palazlanan mafya, çete, sivil faşist-kontra örgütlenme ağı ve onunla kaynaşmış olan devlet yapısıyla her yerinden cerahat akan bir Türkiye var. Mesele AKP-MHP faşist iktidarıyla açıklanabilecek sığlıkta değil. Bu cerahatın kökü derinlerde. Burjuvazi ve devletinin peşi sıra, şovenizm zehriyle sersemlemiş olarak, haksız bir savaşa iştirak eden bir halk varsa, çürüme de yozlaşma da tepeden tırnağa her tarafa nüfuz etmiş oluyor. Diğer türlü bu kadar alıklaşamaz bir halk. Yaşanan her türlü pisliği, vahşeti, katliamı bu kadar hızlı sindiremez ve normalize edemez.

Oysa şovenizm zehrinin zerk edildiği işçi ve emekçiler, ezilenler, Kürt halkına ve mücadelesine karşı düşmanlık ederken kendi geleceklerini de karartmaktalar. Türkiye halkları, hangi musibeti yaşıyorsa bunun altında Kürt savaşının doğrudan veya dolaylı etkisi var. Bugün geldiğimiz noktanın en yakın örneği Sri Lanka halkının yaşadıkları olsa gerektir. Sri Lanka’daki ayaklanmayı hepimiz izledik. Devrimci duygularımız kabardı. Tayyip’in Aksarayını ateşe vereceğimiz günlerin yakın olduğunu düşündürten bir deneyimdi çünkü. Ama gönül gözü ile bakmaktan biraz kendimizi alırsak, birçok soru hücum eder beynimize. Tamiller bu ayaklanmanın neresinde ve bu ayaklanmaya katılanlar, geçmişin bir muhasebesini yapıp Tamillerle nasıl bir gelecek kurmayı düşünüyor? İşte bu, ayaklanmanın akıbetini kavramamıza az çok yardımcı olacak soruların ilki. Bu sorunun yanıtı, henüz boş küme. Ve buradan bakınca, Sri Lanka’daki ayaklanma sürecinden beklentilerimiz pek iyimser olamıyor. Bir çıkış olabilmesi, ancak Sinhala halkının kendi ırkçı-şoven geçmişi ve bugünü ile hesaplaşmasından ve Tamil halkıyla kader birliği yapmasından geçiyor. Ötesi Sinhala halkının burjuva-faşist kliklerden birini terk edip diğerine yedeklenmesiyle sonuçlanacaktır.

Tamil halkının bugüne kadar ayaklanmaya karşı serinkanlı duruşunun altında yatan temel etken de budur. Ayaklanan kitleler, onları zehirleyen ve bir soykırıma ortak eden şovenizmin baş döndürücü etkisinden sıyrılmış ve Tamil halkıyla kardeşleşmiş olarak bu ayaklanmayı gerçekleştirmiş değil. Sinhala halkı, ülkelerinin iflası ve yaşadıkları yoksulluk ve sefaletten, dünyaya -ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların kırımı anlamına gelen- Sri Lanka modelini armağan eden devletlerinin aktif destekçisi olmalarıyla sorumludur. Ancak bir halkın kırılması pahasına elde edilenlerle gelinen nokta burasıdır. Öte yandan hiçbir ayaklanma, kendinde devrimci sonuçlar içermez. Onu devrimci bir kalkışmaya dönüştürecek olan öncü bir iradedir; o iradenin yaşanan felaketin nedenlerini ve çözüm parametrelerini doğru bir şekilde işaret etmesi ve halkın öfkesini bu doğrultuda örgütlemesidir. Yani Sri Lanka’da ayaklanmayı, siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel her anlamda yaşanan çöküntü, çürüme ve yozlaşmanın panzehirini oluşturarak ilerleyecek devrimci bir harekete ihtiyaç var. Tamil halkıyla yan yana duracak, birlikte özgürlük mücadelesi verecek bir harekete dönüşmeksizin, bu ayaklanmadan Sinhala halkı için bir çıkış yolu yok.

Kürt gençliğinin aşırılıkları

Gelelim Türkiye’ye. Bir coğrafya, insanı ve doğasıyla adeta bir kırımla karşı karşıyayken, siyasi iradesi yok sayılıp teslim alınmaya çalışılırken, özgürlük savaşçıları kimyasallar da dahil her türlü silah ve bomba ile yok edilmek istenirken, Rojava ve Güney Kürdistan’da işgal sürdürülür ve sömürgeci savaşla yeni alanlar hedeflenirken, Türkiye ayağında seçim ve geçim derdinde yeni bir hayat inşa edilebilir mi? Kürdistan’da yaşanan kırımın suçu ve yükü ile Türkiye halkları bir gelecek kurabilir mi?

Kürt halkı, bir dehşet tablosunun içerisine hapsedilmek isteniyor. Türkiye ayağındaki sessizlik, yetmedi ırkçı-şoven saldırılar da bu tablonun oluşmasında büyük bir etken. Bu durum karşısında bir yerden sonra Kürt halkının içinden birileri de, etinde kemiğinde hissettiği savaşı kazanmanın gereği olarak her yol mübah derse ne olur? Bugüne kadar, böyle bir şey yaşanmadıysa, bu, PKK gibi bir öznenin sayesindedir. Kendisini ‘71 devrimci kopuşunun bir devamcısı olarak inşa eden bir parti PKK. “Özgür Kürdistan, demokratik Türkiye” diyor. Mücadele çizgisini belirleyen bu. Ve bu temelde, Türkiye tarafında sivillere ve doğaya yönelecek bir şiddet sarmalını örgütlemedi. Kimi bu tarz yönelimlere de ideolojik-siyasal çizgisi doğrultusunda müdahale etti. Ama bugün, sömürgeci faşist Türk devletinin yürüttüğü topyekün savaş çizgisi, Kürt gençliğinin bir öfke patlaması yaşamasına yol açabilir. Türkiye devrimi ile Kürdistan devriminin iç içeliği temelinde birleşik devrim hareketini büyütmede yaşadığımız atalet halini -Türkiye ayağındaki öldürücü boşluğu- ortadan kaldıramadığımız, şovenizmin etki alanını daraltmadığımız koşullarda, kim, nasıl Kürt gençliğinin taşkınlığına, öfke patlamasına, içinde olduğu varlık-yokluk savaşının “aşırılık”larına ses çıkarabilir, set olmaya çalışabilir ki?

Kürdistan’da doğa katliamını, savaşın gereği görüp, devletin güvenliği gerekçesiyle görmezden gelenler, bir yerden sonra o halkın sabır taşının çatlayacağını hiç düşünür mü? Eğer yaşanmakta olan bir savaşsa ve bu savaşta, Kürt halkının tepesine yağan bombaların, Kürdistan’ın semalarını kaplayan SİHA’ların finanse edilmesinde turizmin katkısı varsa, bu damarı kurutmak için Kürt gençleri kibritini, çakmağını silaha dönüştürdüğünde mesela ne olur? ‘Savaş bu ve halkımın bu savaşı kazanması için TC’yi ekonomik çöküntüye uğratmam gerek’ diyerek, Akdeniz ve Ege’deki ormanlık alanları ateşe verse, bu saatten sonra, Türkiye tarafında Kürdistan’daki doğa katliamına bu sessiz onaydan sonra, kim ne diyebilir? Ezilenlerin öfkesindeki aşırılığı kim, nasıl tartışabilir ve mahkum edebilir? Eğer bıçak kemiğe dayandıysa… Savaşın geldiği düzey, Kürt halkı için varlık yokluk sorunu haline geldiyse, öfke patlamaları ve aşırılıklar nasıl engellenebilir ki… Bir de dehşet bir yalnızlık ve yoksayılma ile karşı karşıyaysa bu halk…

Bana bunları düşündürten, tabloyu Türkiye ayağı için çıplaklaştırma ihtiyacı duymama neden olan Murat Karayılan’ın 27 Temmuz tarihinde ANF’de çıkan röportajı oldu.[2] Cudi’deki ve tüm Kürdistan coğrafyasındaki doğa katliamını sessizce izleyenlere karşı Murat Karayılan şunları söylüyor:

“Ateşin Çocukları İnisiyatifi diye bir örgüt var. Bundan birkaç yıl önce kurulmuştu. Bir grup yurtseverden oluşuyor. Silah değil de yakma yöntemini kullanıyorlar. Onlar da ‘düşmandan hesap soracağız; şehitlere yanıt olacağız’ diyorlar. Örgütsel olarak bizimle organik bir bağları yoktur. Şimdi onlar o yakma yöntemini ormanlara dönük de yürüttüler; biz eleştirdik. Biz ormanların yakılmasına karşıyız. (…)

Bu konuda Türkiyeli çevreciler sınıfta kalmıştır. Türkiye ormanları söz konusu olunca tepki gösteriyorlar ama Kürdistan’a dönük olan uygulamalarda sessiz kalıyorlar. Madem bu kadar ayrımcılık, ağaç katliamı, orman katliamı varsa, o zaman biz Ateşin Çocukları’na nasıl bir eleştiri yapabiliriz ki! Onlar, düşmanın her konuda ayrımcılık yaptığını belirterek bu tür eylemleri yapmaya hakları olduğunu söylüyorlardı. Şimdi eğer Ateşin Çocukları aynı şekilde gidip Türkiye’de yangınlar çıkartırsa kim onlara bir şey diyebilir! Dolayısıyla aydınlar, çevreciler, bu doğa katliamı karşısında Kürdistan ormanlarının ortadan kaldırılması karşısında hiçbir şey yapmayıp izleyenler, bunun önünü almalıdır.”

Kıssadan hisse

Faşist rejim Kürt özgürlük mücadelesini yok etmek, Kürt halkını karanlığa mahkum etmek için aklın sınırlarını zorlayan saldırı yöntemlerini geliştiriyor. Rojava’da, yeni bir işgal savaşı için Rusya ve ABD’den icazet dileniyor. Henüz bunu alabilmiş değil ama iki emperyalist gücün oluru ile 2020’den bu yana adeta devrim savaşçılarına karşı SİHAlarla bir sürek avı başlatmış durumda. Güney Kürdistan’daki işgal savaşında gerillanın iradesi karşısında çakılmış durumda ve durumu değiştirmek için her türlü silahı kullanıyor. Yetmedi Kürdistan coğrafyasını insansızlaştırmak için sivil katliamları yapıyor. Bunun son örneği Zaho’da yaşandı. Kuzey Kürdistan’da yaşananları saymak bile gerekmez. Bunların hepsi gözümüzün önünde yaşanıyor. Kürdistan’daki savaşın ekonomik krizle, işçi ve emekçilerin payına düşen yoksulluk ve sefalet birikimiyle, birebir ilişkili olduğunu propaganda etmemiz bile gerekmiyor, Erdoğan’ın kendisi söylüyor: “Bir mermi kaç para biliyor musun sen?”

O halde işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilenlerin öfkesini doğru yere kanalize edecek bir öncü çıkışı örmemiz gerekiyor. Türkiye devriminin de Kürdistan devriminin kaderi de buna bağlı. Türkiye devrimci hareketi, bu konuda üzerine düşeni yapmazsa yarın öbür gün muhtemeldir ki yaşanacak olan Kürt gençliğinin aşırılıklarına karşı cümle kuramaz, bu eylemleri Kürt özgürlük hareketi ile ilişkilendirerek ona akıl veremez. Hele ormanlar konusunda, Kürdistan coğrafyası bir baştan bir başa doğa katliamıyla karşı karşıyayken sessizce bir kenarda oturmuşsak konuşmaya hiç hakkımız olmaz. Bu olsa olsa burjuva liberal ağaç seviciliği olur çünkü. Bırakalım burjuva liberal doğa seviciliğini. Bu coğrafyada en büyük insanlık ve doğa katliamı, Kürdistan’da yaşanıyor. Kürt halkının özgürlüğünden yana saf tutmayan, bu haksız savaşı yürüten faşist TC’ye karşı güçlü bir mücadele pratiği ortaya koymayan hiç kimse doğadan bahsetme iki yüzlülüğünü sergileyemez artık. Bugün bu noktaya geldik ve sözün bittiği yerdeyiz.

Biz komünistler, bildiklerimizi yapmakla mükellefiz. İddia ve misyonumuza uygun bir pratiği adım adım örmek zorundayız. Şovenizme karşı güçlü bir barikat oluşturmadan, Kürdistan’daki savaşı metropollerde yankılayıp Kürt halkının yanında durmadan, kendi kurtuluşumuzu elimize alamayız. Bir devrimci özne olarak, kendi tarihimizi devrim mücadelesinin içerisinde inşa etme iddiasındaysak, o halde birleşik devrim mücadelesinin pratik karşılığını oluşturmaya kilitlenelim. Bu, bir yerlere havale edilecek bir şey değil gündelik hayatın içerisinde pratik bir devrimcilikle yüklenilecek bir sorumluluk. Kendisine örgütlüyüm, devrimciyim diyen herkes, bu sorumluluk temelinde pozisyon almalı, birleşik mücadeleyi yükseltmelidir. Özcesi, her durumda, kendi öz faaliyetimiz ve birleşik mücadele ile ‘önce eylem’ demenin zamanıdır bugün.

[1]Kemal Kurkut için de futbol festivali düzenlendi. Ama düzenleyenler Kürtlerdi. Kemal Kurkut’un anısına HDP Gençlik Meclisi, bu yıl İstanbul’da ve örgütlü olduğu tüm yerlerde futbol turnuvası düzenledi. Hala devam eden turnuvanın İstanbul ayağında, 24 Temmuz’da Roboski ve Zaho Katliamlarını protesto için pankart açıldı. Polis, pankartı bahane ederek maça müdahale etti ve 11 kişiyi darp ederek gözaltına aldı.

[2]https://firatnews.com/kurdIstan/karayilan-turk-somurgeciligine-karsi-ulusal-tutum-gelistirilmeli-173428

Komin Dergi

Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir