Torbadaki kemikler, torbadaki bedenler…

Ana babaların kucağına bir torba içinde bırakılan evlatların acısını hepimizin acısı yapıyor Hakan’nın kemikleri. O kemiklerin sahibinin umutlarını hepimizin umudu yapıyor bir kez daha. “Unutmayın” diyor bize babanın elindeki torbaya sığmış kemikler…

Çiçek Özgen

Verimli toprakların, onlarca medeniyetin beşiği olan Mezopotamya, aynı zamanda tarifi imkansız acıların da okyanusudur. Tohumların serpildiği, fidelerin başakların boy verdiği, yabani otların, türlü bitkilerin fışkırdığı bu toprakların bağrında acıların, katliamların, vefasızlıkların, sürgünlerin de olduğunu düşünmez dışardan bakınca insan. Oysa bu topraklar korkunç katliamları, infazları, soykırımları da saklanmaktadır koynunda. Boy veren her başakta bir acının gizli olduğunu bilmez derine bakmayan göz… Yeşilin güzeline, sarının sıcağına, mavinin sonsuzluğuna bakar sadece… Oysa burada hiçbir bitki, besinini sadece sudan almamış, hiçbir deniz sadece tuzdan ve sudan oluşmamıştır. Bilmez gamsızın biri, oysa bu topraklarda suya kan damlamıştır çoğu kez. Su ve kan birlikte akmış, birlikte yol bulmuş, birbirine karışmıştır.

Gökyüzünden sadece yağmur yağmaz o nedenle, üstümüze düşenler dile gelemeyen çığlıklardır çoğu kez. Kulaklarını tıkamış biri duymaz bu sesleri.. Mutluluk ve göz yaşı, hayat ve ölüm, barış ve zulüm yan yana akar, at başı gider bu topraklarda… Mezopotamya’nın tarihi aynı zamanda katliamların, acıların da tarihidir o nedenle. Ermeni katliamı, Dersim, Sivas, Maraş, Sur, Cizre, Suruç katliamları… Herbiri ayrı bir öyküyü anlatır gibi görünür ama aslında her iri aynı şeyi anlatır dönüp dönüp: Düşman ortaktır, tektir, insafsızdır. Aç kurtlar gibidir, köpükler saçarak saldırır o nedenle insana ve yaşama dair her şeye. Çünkü o, yaşam filizlenen her şeye düşmandır, hayat soluyan her şeye; kendi gibi olmayana, kendinden olmayana… Etrafına taraftarlar toplar, silahlar kuşanan orduları vardır onların, unutturan gazetecileri, yargılayan sarayları, çürüten değer yargıları… O nedenle gözümüzün önünde, saklamadan, gizlemeden yapar infazlarını.

Tahir Elçi’yi gözümüzün önüne öldürür örneğin, Taybet Ana’yı vurur, sokakta günlerce bırakır ölüsünü. Sınırda katırlarla birlikte paramparça eder evlatları, Suruç’ta vurur 33 kez, evlerde infaz eder, Cizre’de, Sur’da kurşuna dizer defalarca… Öpüp okşamaya kıyamadıklarının kemiklerini verir elimize. Bir ömrü, bir bez torbaya doldurup bırakıverir kucağımıza. Bazen adı Agit İpek olur o kemiklerin, bazen Hakan Arslan… Bazen parçaları bir ananın eteğine sığan Ceylan, bazen küçücük bedenine yaşından çok kurşun sıkılan Uğur… Bu topraklar hem çocuklarına hem ana babalarına tarifsiz acıları yaşatanların öyküsünü yazar aynı zamanda.

İşte Hakan Arslan’nın kemikleri… babasının kucağındaki torbaya acıyla, özlemle sarılışı bir kez daha okutuyor bize o öyküyü:

5 yıl önce Sur’da direnen halkın üstüne bombalar yağdı, avcılar her köşe başında, anaları, bebekleri evlatları katletmek üzere pusuya yattı. Uçaklar, tanklar, bombalar, buldozerlerle bir şehir yok edildi, bir şehrin üstü kan, et ve kemik koktu aylarca… Evinin önünde, evinin içinde katledildi insanlar, sokakta vuruldular, babalarının, analarının kucaklarında kurşunlandılar. Büyük bir katliama girişti düşman bir kez daha. Bir şehir mezarlıklar şehrine döndü. Neresini kazsan bir kemik fırlıyor dışarı artık. İşte Hakan’ın kemikleri bunu anlatıyor bize: ‘Düşman acımasız, düşman nefes aldırmamakta kararlı unutma’ diyor. ‘Direnmekten ve düşmanı yok etmekten başka bir çıkar yol yok bunu bil’ diyor. Ana babaların kucağına bir torba içinde bırakılan evlatların acısını hepimizin acısı yapıyor Hakan’nın kemikleri. O kemiklerin sahibinin umutlarını hepimizin umudu yapıyor bir kez daha. “Unutmayın” diyor bize babanın elindeki torbaya sığmış kemikler…

ALINTERİ

Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir