14 Mayıs sonrası: Umut nerede? / Oya Açan

14 Mayıs sonuçlarının yarattığı şaşkınlık ve moral bozukluğu sürüyor. 2. turda daha da ezici bir sonuçla karşılaşmamak için gösterilmesi gereken özeni öne çıkararak yürütülen “enseyi karartmayalım” hatırlatmalarının ne kadar başarılı olacağını göreceğiz.

“Öldük, bittik, mahvolduk” ruh haliyle aynı zemine düşmemek kuşkusuz önemli. Fakat bu özen, büyük umutların bağlandığı 14 Mayıs’ta neden böyle bir tabloyla karşılaşıldığının soğukkanlı ve cesur bir değerlendirmesini yapmaktan kaçış gerekçesi haline de gelmemeli, getirilmemeli!

Gerçeğin gözüne cesaretle bakmak yerine iki tür kaçış eğilimiyle karşılaşıyoruz. Bunlardan ilki, ortadaki sonucun çıplaklığına rağmen rakamlarla oynayarak ya da yapılan hileleri öne çıkararak gerçeğe takla attırma çabası biçiminde kendini gösteriyor. Yok efendim “AKP aslında çok oy kaybetmiş”, “Tayyip Erdoğan ilk kez bir seçimde istediği sonucu alamamış”, toplumun ruhunu teslim alan “milliyetçilik o kadar güç kazanmamış”, vb. vb. Bu anlayışla yapılan “çözümlemeler”in kendimizi aldatmaya devam etmekten başka kime ne fayda sağlayacağı meçhul.(*)

Mazeret teorilerinin diğer versiyonunu, bütün suçu kendi dışındakilere yıkma çabası oluşturuyor. CHP’de Tuncay Özkan’ı, Sol’da TİP ve Yeşil Sol Parti yönetimini hedefe çakmak bu yaklaşımın en popüler örnekleri… Bu çerçevede dile getirilen eleştirilerin haklı yönleri var, hatta çok elbette. Fakat vahim yönü, sadece kişilerle, şu ya da bu özneyle açıklanamayacak çok yönlü ve katmanlı bir gerçeği aşırı basitleştirmesi. Sadece MHP ve Sinan Oğan’da cisimleşen gözü dönmüş ırkçılığa indirgenemeyecek olan dinci gericilikle harmanlanmış saldırgan milliyetçiliğin AKP’sinden CHP tabanının hatırı sayılır bir bölümüne kadar toplumun neredeyse yüzde 80’ini etkileyip peşinden sürükleyebilecek kadar güç kazanmış olduğu gerçeğinin “açıklaması” bu kadar basit olmamalı!

Bizi de aşan etken ve dinamiklerin işleyişi yanında yıllardır bıraktığımız boşlukların (özellikle de sınıftan ve kitlelerden kopukluğumuzun), birike birike gelen tarihsel ihmallerimizin ve eksen kaymalarımızın toplam bir sonucu duruyor karşımızda! Tabii mücadelenin koşulları ve sınıfsal dengelerdeki değişimlerin dünya-tarihsel etkilerinin rolünü de ihmal edemeyiz.

Toplumsal bir dönüşüme öncülük etme iddiasındaki sosyalistler ve devrimcilerin ezici bir çoğunluğu, neoliberal birikim modelinin yol açtığı yıkımın sadece ekonomik ve siyasi yönlerini görürken onun toplumlarda yol açtığı sosyal yıkım ve çürüme gözden kaçırıldı. Bunun üzerine bir de sistem krizindeki derinleşmenin sadece devrime ve devrimcilere yarayacağı, onlara güç kazandıracağı yanılsaması eklendi. Kriz = devrim tek yanlılığı sinsi bir kendiliğindenciliği besledi. Uğranılan büyük güç ve mevzi kayıpları yanında militan devrimci mücadelede ısrarın bedellerinin ağırlaşması yasalcılığa ve parlamentarizme kan taşıdı. Şimdi, bunca yıkıma, talana, vurguna ve soyguna rağmen “Nasıl olur da bu adamlar bu kadar oy alır” şaşkınlığı yaşanıyor.

Bunun nasıl tehlikeli bir aymazlık olduğunu görmek için tarihe bakmak yeterliydi. Belirsizlikle karakterize olan bu tür çöküş ve arayış dönemlerinin faşizm için de nasıl elverişli bir zemin oluşturduğu, tarihte de benzer tek yanlılığa düşerek hareket eden komünistlerden çok nasıl faşizmin yelkenlerini şişirdiği “unutuldu”. En az bunun kadar, hatta bundan da vahim olan perspektif bulanıklığı, dahası eksen kayması kendisini sınıf gerçekliğinin ve sınıfsal çelişkilerin tayin edici öneminin bir kenara bırakılması şeklinde gösterdi.

Yoksullaşma, işsizlik ve gelecek endişesi bakımından -tıpkı hızla proleterleşen küçük burjuvazi gibi- eski konumlarını da kaybeden emekçi sınıfların yakıcı sınıfsal ihtiyaç, talep ve beklentilerine yanıt oluşturduğu güvenini duydukları kapitalizm karşıtı net bir dönemsel program ve temel talepleri bayraklaştırmak gerekirdi. ‘Sisteme alternatif olma’ iddiasının temel gereği buydu. Bunun yerine hasmına benzemeyi esas alarak onun tabanını etkileyebileceği yanılsaması “siyaset” haline geldi.

Gel gör ki, dinci gericiliğin ve milliyetçiliğin panzehirini onlarla “buluşma noktalarını” çoğaltmakta gören sevgi pıtırcığı politikalarla kendinize bile gitgide daha fazla yabancılaşma dışında bir yere varılamayacağı gerçeği bütün çıplaklığıyla karşımıza çıktı. Kemal Kılıçdaroğlu 2. tur öncesi bu kuyrukçuluğu bir adım daha ileriye götürme niyetinde olduğunu gösteriyor. Tayyip Erdoğan’ın kozlarını elinden almak, onu kendi silahıyla vurmak, Sinan Oğan’ın ne idüğü belirsiz yüzer gezer oylarından nemalanmak amacıyla ırkçı faşistlerin elindeki göçmen düşmanlığı bayrağının ucundan tutmaya yönelecek kadar tehlikeli bir yönelime girdi. “Toplumu anlamak” adına her türden gerici faşist yargıya şirin görünmeyi esas alan kişiliksiz bir kuyrukçulukla seçim kazansanız ne olur, kaybetseniz kim kaybetmiş olur?!.

Sonuç olarak, 14 Mayıs’ın ortaya çıkardığı tablo kuşkusuz moral bozucu ama umutsuzluk ve teslimiyet nedeni değil! Bu coğrafyada Kürt halkı, komünistler, sosyalistler ve devrimciler onlarca yıldan beri bundan çok daha karanlık zamanlardan geçtikleri halde boyun eğmediler. Umudu elden bırakmadılar, yeniden başlama iradesini kaybetmediler… Çünkü onlar kurtuluşu seçimlerde gören, sandıklarda arayan bir yaklaşımla değil verdikleri kavganın tarihsel meşruiyeti ve uğrunda her türlü bedeli göze alıp bütün zorlukları göğüsleme gücü veren tarihsel bir amaç açıklığına sahiplerdi. Başarılarından başı dönmeyen, başarısızlık ve yenilgilerinden ise ders alma cesaretine sahip olunduktan sonra hiçbir zorbalık ve baskı bu iradeye diz çöktüremez, onun kavgasını engelleyip durduramaz!

(*) Bu seçimde de değişik yöntemlerle çok sayıda hile yapıldığı tartışmasız bir gerçek. Fakat ortaya çıkan tabloyu sadece “hile” argümanıyla açıklayamayız. Kaldı ki, YSP’nin YSK’daki temsilcisi Mehmet Rüştü Tiryaki oyların kaydırıldığı, rakamların çarpıtıldığı çok sayıda somut hile tespit ettikleri halde bunların “sonuca etki edecek boyutta olmadığını” dile getirdi. Aynı şekilde, CHP Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkek, “ıslak imzalı tutanakların yüzde 99’unun asıllarının ellerinde olduğunu, çok sayıda tutarsızlık ve hile tespit ettiklerini” vurguladıktan sonra bunların sonuçlar üzerindeki etkisine dair herhangi bir iddia ileri sürmedi.

Öte yandan, Türkiye’de seçim hilelerinin tarihi, “çok partili demokrasiye geçiş” tarihi kadar eskidir. Bu hayasızlık, İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarının çalındığı 1994’teki yerel seçimlerinden itibaren her seferinde bir adım daha ileriye götürüldü. 2017’deki Anayasa Referandumu’nda, 2018’de “Adamın kazandığı ve atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” başkanlık seçimlerinde zirveye çıkmıştı.