Türkiye halkı ile emekçi Kürt halkı yüz yıllar boyunca iç içe yaşamışlardır. Özellikle sosyolojik ve kültürel yönlerden aralarında çok güçlü bağlar vardır. Fakat bu ilişki hiçbir zaman eşitler arasında bir ilişki olmamıştır. Bu anlamda şovenizmin ve sosyal şovenizmin “kardeşlik edebiyatı” bu eşitsizliğin üstünü örtmeye çalışan bir demagojiden ibarettir.
Bu karşılıklı etkileşim, özellikle 1968 sonrasında iki halkın öncüleri arasındaki ilişkilerde daha belirgin olarak kendini gösterir. Kürt halk önderi Abdullah Öcalan çeşitli konuşma ve yazılarında Kürt özgürlük hareketini ’71 devrimci kopuşunun devamı olarak tanımlar, kendilerini o mirasın sürdürücüleri olarak görür. Ancak bu devrimci birlik-kardeşlik kavrayışı Türkiye solunda aynı ölçüde güçlü değildir. Yalnız bu noktada bir parantez açma zorunluluğu vardır.
“Türkiye solu”nu ayrımsız aynı torbaya doldurma kolaycılığı
“Türkiye solu” denildiği zaman akıllara genellikle homojen bir blok gelir. Türkiye solununun bütün bileşenleri, aralarındaki derin ideolojik, politik ve pratik tutum farklılıklar gözardı edilerek aynı torbaya doldurulur. Devrimci olanla reformist olan arasındaki farklar bile silinir.
Aynı düzleştirici mantık Kürt ulusal sorununa ve özgürlük hareketine yaklaşım konusundaki politika ve tutum farklılıklarını görmemek biçiminde de gösterir kendisini. Halbuki bu farkları, bunların derinliğini ve büyüklüğünü pratikten de görebiliriz. Bugün olduğu gibi 2015’teki 7 Haziran seçimleri öncesinde de sırf Kürtlerle yan yana gelmemek için Birleşik Haziran Hareketi adı altında apar topar bir blok kurmaya soyunanlarla Kobanê’nin savunulması ve Rojava Devrimi’nin zaferi için cepheye koşup kanlarını döken devrimciler aynı kefeye konulabilir mi?
TDH: Eylül yılları ve sonrası
12 Eylül askeri faşist darbesinin bütün toplumun üzerinden buldozer gibi geçtiği bir vakıadır. En az bunun kadar somut ve derslerle dolu olan ise Türkiye’de en geniş kitle ve kadro gücüne dayanan örgütlerin bu sürece hazırlıksız girmiş oluşlarıdır. Var gücümüzle dövüşmüş olsaydık sonuçta belki yine yenilirdik fakat o yenilgi bu kadar yıkıcı ve ezici olmazdı. Bu dövüşsüz alınan bir yenilgi olduğu için devrim ütopyasından, sınıftan, emekçilerden ve devrimci görevlerden kaçış alabildiğine yaygınlaştı. SSCB’nin 1991’deki resmi çözülüşünden sonra tasfiyecilik daha da derinleşti.
12 Eylül sonrasında TDH’nın yaşadığı ezici yenilgiden sonra Kürt özgürlük hareketinin halkın özlemleriyle de çakışan silahlı mücadeleyi başlatması ve hızla toplumsallaşması Kürt sorununun aslında ne kadar derin acılar üzerinden şekillendiğini ve Kürt halkının hangi özlemleri taşıdığını gösterdi. Bu kesitte TDH, tarihsel yenilgisini anlamlı bir sıçrayışla parçalayamadı. ’90’larda yakalanan belirli bir ivmeye rağmen bu henüz derinleş(e)meden yeniden gerilemeye dönüştü. 2000 sonrasıysa yeni bir tasfiyecilik dalgasıyla geriye doğru çözülme sürdü.
Bu kesitlerde Kürt hareketi de toplumsal gücüne, halk hareketi niteliği kazanmış yapısına rağmen ciddi sancılar yaşadı. Aslında her iki cephedeki tablo birleşik bir mücadele ekseninde hareket edilemezse toplam bir güç yaratmanın zor olduğunu döne döne gösteriyordu. Güçler birleştirildiğinde, devrim perspektif ve hedefleri ortaklaştırıldığında nasıl bir sinerjinin, artan gücün ortaya çıkacağı buradan bakınca bile görülebilir.
Ezilen bir halkın sesi ve öncüsü
’84’e gelene kadar TDH’nin neredeyse tamamı gibi biz de Kürt ulusal sorununu, -tıpkı kadın sorunu, çevre ve iklim sorunu gibi- proletarya önderliğinde gerçekleşecek birleşik bir devrimin çözeceğini savunuyorduk. Fakat bizim bu yaklaşımımız sosyal şoven bir tabiyet anlayışından değil devrimin eşitsiz gelişimi yasasını gözden kaçırmamızdan kaynaklanıyordu.
Kürt özgürlük mücadelesine karşı tarihi boyunca düşmanca bir yaklaşım izleyerek Kemalist burjuvazisinin yanında yer almış TKP geleneği gibi bazılarında bu, sosyal şovenizmi gizlemenin bir aracıydı. Fakat komünistler ve radikal devrimci kesimlerde ise birleşik devrimin tek yanlı bir okuması, devrimlerin eşitsiz gelişimi yasası yanında Kürt halkının ulusal talep ve beklentilerinin yakıcılığının gözden kaçırılması, yeterince bilince çıkarılamaması sonucuydu. Dolayısıyla bu devrimci kanadı, sosyal şovenizmin genlerine işlediği birincilerle aynılaştırmak hem büyük haksızlık hem de düzleştirici, mekanik bir yaklaşımdır. Nitekim PKK’nin ’84 sonrası gerçekleştirdiği devrimci atılımın sarsıcı etkisiyle bu yanlıştan en çabuk dönenler yine bu kategorideki devrimci örgütler olmuştur.
Enternasyonalist komünistler olarak biz bugün de birleşik bir devrimi savunuyoruz ama geçmişten farklı olarak bunun ezilen ulusun özgürlük mücadelesinin ezen ulus devrimini beklemesi şeklinde bir tabiyet ilişkisi olarak görmüyoruz.
İki halk arasındaki güçlü bağlantılar ve bariyerler
İki halk arasında tarihten gelen güçlü sosyolojik ve kültürel kaynaşmaya rağmen Kürt halkı ile Türkiye emekçileri arasında ciddi bariyerler de var. Kürt halkı yaşadığı onca acının doğal sonucu olarak güven sorunu yaşıyor. Bütün bu birikmiş acılara rağmen bu güven sorununu gerici bir milliyetçiliğe dönüştürmemiş olması bize özel bir görev de yüklüyor. Güven sorunu -hele yıllara yayılmış ve taşlaşmış bir siyasal gerçeklik halindeyse- kolay kolay gideril(e)mez. Karşılıklı güvenin pekişeceği adımları, pratikte göstermek gerekir.
Türk halkı ise, Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak şovenizmle zehirlenmesi için özel olarak işlenmiş, bir toplumsal mühendislik projesinin nesnesi yapılmıştır.
Birleşik bir devrim fikri her şeyden önce iki ulusun işçi ve emekçilerini ayıran bu bariyerlerin kaldırıldığı güçlü ve birleşik bir sınıf mücadelesiyle gerçekleştirilebilir. Bunun altını bu mücadeleyle dolduracak bir yaklaşım geliştirilmez ve pratikte bu, sahici bir seçeneğe dönüştürülemezse hayal olarak kalır. O nedenle bugünden başlayarak işçi ve emekçiler içinde, kadınlar ve gençler içinde, sistemden en fazla zarar görenler arasında güven verecek sınıf temelli ortak bir örgütlenme şarttır.
İki ana damar arasındaki ilişki
Kürt özgürlük hareketiyle TDH arasındaki ilişki elbette inişli çıkışlıdır, düz bir çizgide seyretmemiştir. Bunun nesnel nedenleri olduğu kadar öznel nedenleri de vardır. Öznel nedenler kapsamında, nasıl ki ‘Türkiye solu’ gibi toptancı bir mantık doğru değilse aradaki kopuklukların tek sorumlusu olarak da Türkiyeli devrimci yapı ve örgütler gösterilemez. Kürt Özgürlük Hareketi’nin de bu konuda ciddi hataları ve eksikleri olmuştur. Örneğin 1990’lı yıllarda KESK ve bağlı memur sendikalarıyla İHD gibi Türkiye’de toplumsal mücadelenin örgütlenip yönlendirilmesinde kaldıraç rolü oynayacak mevzilerin bu işlevlerini yerine getirmekten bu denli uzaklaşmalarında işlenen hataların, kurulan yanlış seçim ittifaklarının tayin edici bir rol oynadığı unutulmamalıdır.
Fakat sürekli dünü tartışmanın artık anlamı ve yararı yok. Dikkatlerimizi ve enerjimizi bugünün ve geleceğin devrimci sorumluluklarını yoldaşça bir birlik temelinde nasıl çözebileceğimiz üzerinde toplamak zorundayız.
Hayat ve mücadele süreçlerinin gelişimi birleşik devrimin ne kadar zorunlu ve ne kadar acil bir ihtiyaç olduğunu zaten hepimize fazlasıyla göstermiştir. Yıllardan beri ödediği ağır bedellere karşın boyun eğmemiş militan bir mücadele dinamiği olarak Kürt halkının ve onun öncüsü özgürlük hareketinin desteği ve katılımı olmadığı sürece Türkiye’de militan bir sınıf hareketi ve demokrasi mücadelesinin yürütülemeyeceği ne kadar açık bir gerçekse, Türkiye’den güçlü bir işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin desteğini alamayan Kürt özgürlük mücadelesinin nasıl büyük sorun ve sıkışmalarla karşılaşacağı ortadadır.
Bu ilişki, ortak hedeflerde buluşan iki halkın öncülerinin enternasyonal birliği temelinde olmalıdır. Bu birlik bir kez kurulduğunda iş bitmiş olmaz, aksine henüz yeni başlamış olur. Gerek Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yaratılan değer ve geleneklerin, gerek dünya devrim deneyimlerinin mirası böyle yaratılmıştır ve beslenme kaynaklarımızdandır. Kurmak istediğimiz dünyanın çizgilerini kendi aramızda bugünden kurmak, bu doğrultuda yorulmak bilmez bir çaba içinde olmak elzemdir.
Kobanê ve Rojava’da ete kemiğe bürünen mücadele yoldaşlığını yaygınlaştırmak ve bunu esin kaynaklarından biri haline getirmek hepimizin ortak sorumluluğudur. Ayrıca Kürt özgürlük hareketiyle Türkiyeli sosyalist hareketin ilişkisini dar sınırlar içinde düşünemeyiz. Bu ilişki ve yakınlaşmayı, bir ucu Balkanlar’a, bir ucu İran’a, bir ucu Filistin Lübnan üzerinden Mısır’a uzanan birleşik bölgesel bir devrimin kaldıracı esprisi içinde ele almak gerekir.
Yaşanan yıkımdan çıkış yolu
Öte yandan, daha geniş bir ölçekten bakınca sermayenin dünya çapındaki krizinin Türkiye’deki yansıması çok daha yıkıcı çizgiler kazanmış durumda. Çünkü AKP-MHP-Ergenekon rejimi ekonomik, siyasi, bölgesel ve savaş politikalarıyla bu krizi daha da derinleştiriyor. İşçi sınıfı ve geniş halk kesimlerinin yaşadığı yıkım sonuçlarını da vermeye, kitleler sokağa akmaya başladı. Artık iş tümüyle Halkların Birleşik Mücadele Gücü olarak onları somut hedefler doğrultusunda yönlendirmemize bağlı. Kitlelerde bir yerde kendiliğinden oluşan bu tepkinin sadece ‘hükümet istifa’, ‘AKP istifa’ sınırlarında kalmaması, bu yıkımı yaratan kapitalist sömürü sistemine yöneltilmesi gerekiyor.
Sadece burjuva düzen partileri değil, kendilerini sol, hatta sosyalist olarak tanımlayan kimi parti ve çevreler de bu tepkiyi seçime endeksleme, sandığa yönlendirme çabası içindeler. Öfke ve çıkış arayışı içindeki işçi ve emekçi yığınların dikkatini ve enerjisini, ne zaman yapılacağı bile belirsiz bir seçim beklentisine sokarak uyuşturuyorlar. Bizim kitlelere bu yıkımın esas nedeninin kapitalist sistemin bizzat kendisi olduğunu iyi anlatabilmemiz gerekiyor. Dolayısıyla ‘Hükümet istifa!’ demek yetmez! Hükümet edecek partiler değişse de bu sömürü ve zulüm sistemi işlemeye devam eder. ‘Emekçiler iktidara!’ propagandasıyla yürüyerek grev ve sokak vurgularıyla hayatı durdurma fikrini işlemeliyiz. Tepkileri kapitalist sisteme yöneltmek bu süreçte kitlelerde oluşan bilinci örgütlemeliyiz!
Pratiğin diliyle konuşmak
Aynı nihai amaçlar için mücadele eden iki halk ve o halkların devrimci öncülerinin uzun yıllar sonra ilk kez Birleşik Mücadele Güçleri olarak devrimci görev ve sorumluluklar temelinde bir araya gelmiş ve belli bir mesafe kaydetmiş olmaları son derece önemlidir. Hepimiz daha katetmemiz gereken çok yol olduğunun bilincinde olmalıyız. Fakat belli bir perspektif, belli bir doğrultu ve görevler bütünlüğü ortaya konulmuştur. Gelişmelere göre zayıflıklar elbirliğiyle giderilecektir. Yeter ki pratiğin diliyle konuşmasını bilelim ve somut hedeflere yüklenelim.
Geçmiş masa başı birlik süreçlerinden farklı olarak, bu sürecin temel ayağı güç olup olmamaya değil devrimci zihniyete ve duruşa dayalıdır. Dostça-yoldaşça eleştiriden beslenmektedir. Daha ileri düzeyde yoldaşlaşma yolunda yürümektedir. Birbirinin boşluğunu doldurma, “niye o yapmıyor da ben yapıyorum” gerici sorgulamasına sürüklenmeme, hangi türden olursa olsun burjuva ideolojisi ve değer yargılarının tuzağına düşmeme konusunda uyanık olmayı gerektirir. Aynı hedef ve amaçlar için mücadele eden dostlar ve yoldaşlar arasında birlikte iş yapma niyeti, kabiliyeti ve sabrı varsa birbirlerini çekinmeksizin eleştirirler. Her konuda sözünü söyleme ve pratiğin diliyle konuşmayı öne çıkarma ancak ortak iş yapılıyorsa anlamlıdır. Aksi dışardan gazel okumaktır.
Birleşik Mücadele Güçleri, atılmaya çalışılan adımlar, ördüğü pratik ve dokunabildiği işçi-emekçi hayatlarıyla büyümeye ve örgütleyici bir güç olmaya adaydır. İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve gençlerin yaşamlarının en hayati noktasına dokunan, kendilerini içinde hissedebilecekleri bir mücadele eksenini onlarla buluşturabildiğimiz oranda hedefimize ulaşmamız yakınlaşacaktır.
Birleşik bir devrim hattına bağlı olarak bu, bölgeye de dünyanın enternasyonal damarlarına da yayılacaktır. Bu sadece bize, bizim birlikten ne anladığımıza ve pratiğimize bağlıdır.