Emekçi sol hareketin siyasi dikkatinin odaklandığı deprem katliamının üzerinden tam bir ay geçti. Son birkaç gün ise bu siyasi dikkatin ağırlık merkezinin Kılıçdaroğlu’nu nihayet resmen cumhurbaşkanı adayı gösteren Millet İttifakı içindeki kavgaya kaymasına tanıklık ettik.
Peşinen söyleyelim: Kemal Kılıçdaroğlu’na ve Meral Akşener’e soldan siyasi akıl vermekle uğraşmanın, Akşener’in altılı masayı terk etmesini “of” çekerek ve ardından geri dönmesini ise “oh” çekerek karşılamanın veya Akşener kalktığı anda o masaya HDP eş genel başkanlarının oturabileceği hesabına girişmenin, en sonunda da Kılıçdaroğlu’nun adaylığı etrafında ortaklaşma çağrılarını sevinçle yeniden yükseltmenin faşist saray diktatörlüğüne karşı halklarımızın mücadelesine bir hayrı yok.
Olaylara burjuva parlamentarizmin bu berbat sahnelerinden kamaşmayan gözlerle bakıldığında, şu sorunun yerli yerinde durduğu görülür: Erdoğan’ın faşist şeflik rejimine karşı emekçilerin ve ezilenlerin deprem katliamıyla daha da boyutlanan tepkileri burjuva muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nun ve Millet İttifakı’nın arkasında pörsüyüp kötürümleşecek mi yoksa halkçı-demokratik biçimleriyle üçüncü cephede saflaşıp Erdoğan diktatörlüğüne son vermeyi başarabilecek mi?
Deprem katliamında sömürgeci faşist devlet gerçeğinin en rezil biçimleriyle yüz yüze gelmek halklarımızın antifaşist direniş potansiyelini katlayarak büyüttü. Arama-kurtarma çalışmalarında, çadır dağıtımında, su ve gıda temininde, enerji ve iletişim imkanları sağlamada, sağlık ihtiyaçlarını karşılamada, kısacası acil ve hayati toplumsal hizmetlerin örgütlenmesinde faşist saray devleti yoktu. Ama derhal OHAL ilan eden, yardım tırlarına el koyan, koordinasyon merkezlerine kayyum atayan, enkaz çevresinde gençlere işkence yapıp katleden, sosyal medyada protesto paylaşımı yapanları tutuklayan, kurtarılan çocukları tarikatların pençesine teslim eden, halk dayanışmasıyla oluşan çadır alanlarını polis zoruyla boşaltan, helikopterlerini depreme değil savaşa gönderen, askerlerini arama-kurtarmaya değil gözdağı vermeye seferber eden faşist saray devleti ilk günden işbaşındaydı.
Erdoğan’ın saray rejiminin deprem katliamıyla böyle en çıplak biçimlere bürünen halk düşmanı karakteri elbette halklarımızın zihninde ve kalbinde silinmez öfke ve nefret izleri birikmesine neden oldu. Depremin ardından şimdi, devlet-halk çelişkisinin alabildiğine keskinleştiği, halklarımızın büyük acısından doğan büyük tepkinin kendine akacak siyasi mecra aradığı, faşist AKP-MHP blokunun bu tepkiyi gemleyip bastırmak için en zalim yöntemleri kullanmayı tasarladığı yeni bir durumdayız. Bir yanda futbol tribünlerinden kitlesel olarak yükselen “hükümet istifa” sloganları ve diğer yanda buna cevaben Bursa Stadyumu’nda kontrgerilla eliyle hareketlendirilen ırkçı faşist linç güruhları bugünkü yeni durumu olanca açıklığıyla resmediyor.
Emekçi sol hareket deprem olur olmaz halklarımızın yaşamsal dayanışmasını örgütleyerek sergilediği inisiyatifi şimdi halklarımızın siyasal saflaşmasını örgütleme doğrultusunda sergilemek sorumluluğuyla karşı karşıya. Bu sorumluluk sosyal dayanışma pratiklerinden hızla siyasal saflaşma pratiklerine ilerlemeyi, bunun için siyasi ajitasyonun ve eylemin katalizörlüğünü daha güçlü devreye sokmayı gerektiriyor. Bu sorumluluk burjuva muhalefet cephesinden beyhude bir demokratik dönüşüm beklemek yerine emekçilerin ve ezilenlerin birleşik antifaşist cephesine kuvvet vermeyi gerektiriyor. Ve bu sorumluluk kitlelerin Erdoğan’a istifa çağrısından Erdoğan’dan hesap sorma tutumuna geçişini örgütlemeye yoğunlaşmayı gerektiriyor.
Halklarımızın saray faşizmini alaşağı etmeye yönelik siyasal saflaşmasını örgütlemek öncü devrimci bilinci halklaştırmak demek. Zira faşist şef Erdoğan’ın olağan bir seçim yenilgisini kabullenerek geri çekileceği bile meçhulken “hükümet istifa” sloganı fazlasıyla naif duruyor. İstifa çağrısındaki kendiliğinden kitle bilinci Kılıçdaroğlu’nun olağan bir seçim başarısı sayesinde Erdoğan diktatörlüğünün kolayca son bulacağı ham hayaliyle örtüşüyor. Böyle kaldığı müddetçe de seçimlerde burjuva muhalefet blokunun yelkenlerini şişirmenin ötesinde bir sonuca varamayacağı görülüyor.
Öyleyse bir kez daha vurgulamalıyız ki, emekçilerin ve ezilenlerin bağrında kendiliğinden büyüyen tepkiyi faşist saray rejiminden hesap sormaya yöneltmek günün en kritik görevidir. Bu yüzden emekçilerin ve ezilenlerin salt birer seçmene indirgenmesine, halklarımızın deprem katliamına tepkisinin Kılıçdaroğlu eliyle seçim sandığına kilitlenmesine karşı durmak büyük önem taşıyor.
Burjuva muhalefetin o gerici parlamenter restorasyon cephesinin Kılıçdaroğlu-Akşener kavgasıyla siyasi inisiyatif kaybı yaşamasını emekçi soldan Kılıçdaroğlu’nun adaylığına acil destek açıklamalarıyla yanıtlamaktansa halklarımızın birleşik antifaşist cephesinin siyasi inisiyatif atağına kalkışı için dayanak kılmak. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlu hayali etrafında kümelenmektense, seçimlerde emekçileri ve ezilenleri üçüncü cephede saflaştırmanın imkanlarını değerlendirmek. Her halükarda sokakta direnişi öncelemek, “Tayyip Erdoğan defol” ve “Tayyip Erdoğan deprem katliamının hesabını ver” çizgisinde ilerlemek. Emekçi sol hareketin devrimci ve mücadeleci güçleri için tutulacak yol işte budur. İstifaya çağırmaktan hesap sormaya uzanan yoldur bu.
8 Mart’ta kadın özgürlük mücadelesi bu yolu adımladı. Halklarımıza kazandıracak olan, Newroz’da, 1 Mayıs’ta, yoksul depremzede yerleşkelerinde, emekçi mahallelerinde, işçi havzalarında, kampüslerde ve liselerde, kent meydanlarında bu yolda yeni adımlar atmaktır.