Türkiye batarken

Önümüzdeki aylar çok ciddi çalkantılara gebedir. Çalkantı dönemlerinde işçi sınıfı ve emekçiler eğer kendi sınıfsal programına ve pratiğine sahip bir hareket yoksa şu iki eksende hareket eder: Ya gerici yanları ile ya da -istemeseler bile- kendilerine daha makul gelen burjuva ve küçük burjuvazinin peşine takılırlar.

Cihan Çetin

Yaptığı Youtube yayınlarında güncel göstergeleri analiz eden ekonomist Atilla Yeşilada 6 Temmuz 2002 tarihindeki yayında şunları söyledi:

“Serbest piyasa ekonomisi mükemmel değildir, ama öteki sistemlerden daha iyidir. Ama kendi başına çalışmaz. Serbest piyasayı kendi başına bırakırsanız bir milletin, vatandaşın, tüketicinin kanını emen monopoller, tekeller ortaya çıkar. Finansal piyasalarda anında spekülasyonlar başlar ve kriz çıkar, çevre tamamen kirletilir, kamuya ait bütün mekanlar işgal edilir ve acımasızca istismar edilir… Serbest piyasa en iyi rejim olabilir ama doğru rejim değildir.”

Peki kurtuluş olarak ne olarak öneriyor Yeşilkaya? Serbest piyasanın toplum ve kamu tarafından sürekli denetlenmesi.

2001’deki IMF reçetesinin mimarı Derviş politikalarının uygulayıcısı Ali Babacan, bugün kurtarıcı rolüne bürünüyor. Ama öyle bir bürünüyor ki, Türkiye’deki şu an mevcut ekonomik krizi yüksek lisansını yeni bitirmiş bir ekonomistin bile kolayca çözeceğini iddia ediyor. Peki nasıl? Serbest piyasanın kurallarına dönerek.

Yeşilkaya şayet ‘serbest piyasa serbest bırakılırsa…’ derken aslında neoliberalizmin şu an dünyadaki halini tasvir ediyor. Hem onun hem de Babacan’ın önerdikleri kurtuluş reçeteleri ise “serbest piyasanın toplum ve kamu adına parlamento yargı eliyle denetlenmesi”, yani klasik liberalizm.

Don Kişot ve Yel Değirmenleri

Bugünün burjuva ekonomistleri, tıpkı siyasetçileri gibi kapitalizmle ilgili olarak iki temel konuda dünyaya baş aşağı bakarlar. Birincisi, kapitalizmin emperyalizm aşamasında ekonomiden siyasete, kültürden doğa ile ilişkiye kadar bugünün neo-liberal var oluşu sermayenin zorunlu sonucu olarak değil, iyi-kötü niyete bağlı bir tercih olarak algılarlar.

Marx’ın kanıtladığı gibi, sermaye tüm krizlerini bizatihi kendisi çıkarır. Sermaye karşısında kendisine yönelik bir güç yoksa kendi krizini de birikim modelini değiştirerek aşar. Bugün neo-liberalizm olarak tanımlanan kapitalizmin bu birikim modelinin ayırt edici yönlerinin başında, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası, sosyalist kampın basıncıyla, ona karşı barikat olarak seçilen sosyal devletin tasfiyesi ve insanlığa dair her şeyin sermayenin talep ve ihtiyaçlarına uygun olarak metalaştırılması gelir. Sermayenin temel amacı azami kâr olduğu için ’74 krizinin aşılması olan yeni kapitalist birikim modeli neo-liberalizm, sermaye hareketinin zorunlu bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Sermaye bir kere zorunlu bir harekete başladığı anda da siyasetinden hukukuna kadar tüm toplumsal yapıları da kesin bir biçimde belirlemeye başlar.

Burjuva ekonomistler ve siyasetçilerin sermayenin bu zorunlu ilişkisine başaşağı bakmalarının da iki biçimi vardır. Birincisi sermayenin zorunlu hareketini doğal olarak kabul ederler; ikincisi ise, sermayenin zorunlu hareketinden çıkan kötücül etkileri de bizzat sermayenin doğasıyla değil “çürük yumurtalar”la açıklamaya çalışırlar: Ah şu 5’li çete olmasa!..

Burjuva aklın ikinci hatası da birinci ile ilişkilidir: Zorunlu sonuca yol açan nedenler ortadan kaldırılmadan herhangi bir sonuç değiştirilemez. Sermayenin hareketi tamamen değiştirilmeden sermayeden farklı bir hareket çıkması sağlanamaz.

Kapitalizmi savunan birisine bunu anlatmak imkansızdır. Sermayenin tek amacı azami kâr olduğu için emekten elde edilen artı değer sömürüsünü katmerlendirmenin binbir yolu bulunur. Çünkü işçi yoksa kâr da yoktur (mutlak artı değer). İkinci olarak, verimliliği artırarak kârları arttırırlar (göreli artı değer) Sermayenin bu temel hareketi ortadan kaldırılmadığı sürece kısmi düzenlemeler, düzeltmeler yapılsa bile sermaye eninde sonunda kendi öz hareketine geri döner.

Bu kısa ekonomi-politik açıklamayı dikkate alırsak burjuva aklın işleyişinde Don Kişot’un naifliğinden eser olmadığını görmek hiç de zor değildir. Don Kişot yel değirmenlerini canavar sanarak onlarla savaşırken, burjuva ekonomist ve siyasetçiler ise canavarların yel değirmeni olduğunu sanarak onlarla mutlu mesut bir ilişki kurulabileceğini iddia ederler.

Batan geminin malları

Erdoğan’ın 20 Aralık 2022’de konuşmasıyla 19 liraya yaklaşan dolar 24 saat dolmadan 12 liraya düştü. Erdoğan’ın açıkça sermaye lehine birikim aktardığı o gece sadece Erdoğan’ın bilfiil desteklediği sermaye grupları değil Türk tekelci burjuvazisi muazzam bir vurgun yaptı.

Siz bakmayın son dönemlerde TÜSİAD’ın mırın kırın düzeyinde “ekonomi kötü gidiyor” sözlerine. Finans sektörünü elinde tutan Türk tekelci kapitalist sınıfının sadece 20 Aralık’ta bir gecede ettiği kâr dudak uçuklatıcı. Aynı sınıf sadece geçtiğimiz Mayıs’ta resmi olarak yüzde 742 oranında kâr etti. TÜSİAD’ın ettiği mırın kırının nedenlerinden biri daralan kaynakların kaymağının yandaş sermaye gruplarına yönlendirilmesi ise, diğeri de tekel oldukları başka bazı sektörlerdeki kâr oranlarının izlenen ekonomik politika nedeniyle düşmesidir. Bir benzetme yapacak olursak TÜSİAD finans sektöründe hamudu ile götürürken, diğer alanlarda kepçelerine daha az kâr girdiği için birazcık “huzursuz”.

Ancak sermaye lehine yapılan enflasyon-faiz hamlesi zaten hız kazanmış ekonomik krizi fiilen patlattı. TÜİK’in tüm ayak oyunları ile açıkladığı enflasyon bile yüzde 79 civarında. Gerçek oranın ise bunun en az iki katını geçtiği biliniyor. Enflasyondaki bu hızlı yükselişin faturasını asıl olarak işçi sınıfı ve emekçi yığınlar öderken tekelci sermaye de bazı sorunlarla karşılaşıyor. İthalat-ihracat makasının büsbütün dengesizleşmesi ve dış ticaret açığının büyümesi sermayeyi zorlayan sonuçlardan biri oluyor. Bu durum dış kaynak girişine bağımlı kapitalist mekanizmanın işleyişinde yeni riskleri beraberinde getiriyor.

Bir ülkenin kredilerini geri ödeme gücünü gösteren CDS (risk puanı) 883’e çıkmış durumda. CDS puanının sürekli yükselmesi, en basit tarifle, Türkiye’nin bir gecede temerrüde düşmesi (borçlarını ödeyememe noktasına) gelme riskinin her gün artmasıdır.

Mevcut gidişat devam ederse -haydi zamanında olacağını var sayalım-, 2023 genel seçimlerinden önce Türkiye ekonomisinin teknik olarak batması işten bile değil. Düne kadar böbürlenme konusu yapılan “IMF’ye borç verdik” yalanına rağmen ABD-Avrupa kapılarında para dilenen Erdoğan umduğunu Arap sermayesinde de bulamadı. AKP-MHP koalisyonu gelinen noktada sadece Babacan ve Yeşildağ’ın değil emperyalist finans kuruluşlarının da işaret ettiği gibi, kapitalizmin oyun kurallarını dahi oynamadan her adımı krizi katmerlendiren anlık çözümlerle ancak gemiyi idare edebiliyorlar.

Erdoğan’ın “faiz sebep enflasyon neticedir” mantığı kendisini artık sıkıştırmış durumdadır. Erdoğan “faiz haramdır” çerçevesinde İslamcı tabanını çeperinde tutmaya çalışırken kapitalizmin kısmi çözümlerine yönelik bir hamle yaptığı an oy tabanında hatırı sayılır bir dalgalanma yaratacağını da biliyor. Ancak okuyucuya şu önemli bilgiyi vermekte fayda var: Merkez Bankası bugün bankalara yüzde 13-14 faizle parasını satarken, kendi sattığı parasını bankalardan yüzde 24-25 faizle yeniden satın alıyor.

Olasılıklar

Türkiye ekonomisinin batık halde olduğu konusunda artık kimsenin kuşkusu yoktur. Erdoğan bile enflasyon kelimesini ağzına almadan “hayat pahalılığının” farkında olduğunu artık daha fazla dile getiriyor. Öyle ki, Türkiye tarihinde ilk defa asgari ücrete aynı yıl içinde 2. zammı yapmak durumunda kaldı, hatta bazı ekonomistler Erdoğan için kritik olan seçimler arifesinde -Ocak ayından önce- 3. bir zammın dahi olabileceğini tahmin ediyor.

Alım gücünün düşmesi artık olağan hale gelmiş durumda. Ancak bu gidişat devam ettiği takdirde sermayenin kâr oranlarındaki düşme eğilimi hızlanacak ve kârın yaratıcısı olan canlı emeğe -işçilere- daha sınırlı sayıda ihtiyaç duyulacak. Bunun anlamı da kapitalist işletmeler düşen kâr oranlarını gidermek için daha az sayıda işçi ile daha fazla kâr yapmaya odaklanacak.

Erdoğan’ın 15 Temmuz darbe girişimi arkasından sarıldığı bahanelerin çoğu toplumsal düzeyde eski gücünü gözle görülür biçimde kaybetmiş durumda. Örneğin, HDP üzerinden Kürt halkına yönelik sistematik saldırının kendi tabanı üzerindeki motive edici etkisi bile düne göre zayıflamış durumda. Bu tabii ki Kürt düşmanlığının hem devlet politikaları hem de toplum içindeki etkisinin zayıfladığı anlamına gelmiyor. Buna karşın bugün mülteci düşmanlığının daha fazla öne çıktığını görüyoruz.

Toplumun “en alttakiler”ini oluşturan mültecilere yönelik gündelik saldırılar rutine bindiği gibi, Ümit Özdağ, Sözcü gibi faşist odaklar tarafından her gün yeniden yeniden köpürtülüp kışkırtılmakta. Mültecilere yönelik saldırıların ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte yükseleceği aşikardır.

Göğün gürlemesi

Burjuva siyaset “restorasyon” sürecini amaçlayarak 6’lı masa etrafında birleşmiş durumdadır -bu konu ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konu olduğu için şimdilik detayına girmiyoruz. Ancak HDP’nin, 6’lı masanın “restorasyon” sürecine dünden teşne olduğu uyarısının bugünden yapılması gerekir. HDP çizgisine yön veren parlamentarist aklın 6’lı masaya, gözle görünen ve yapılmazsa artık olmaz denebilecek uyarıları dışında burjuva demokrasisi adına “hep destek/tam destek” noktasında olduğunu duymayan bilmeyen kalmadı. Bu zihniyet öyle ki, 7 Haziran-1 Kasım arasındaki kanlı sürecin baş sorumlusu Davutoğlu hakkında bile arasına sınır çizgisi çekmekten uzaktır.

Başta Demirtaş ve Yüksekdağ olmak üzere HDP vekillerin tutuklanmasına sessizce onay veren CHP’yle, en son Kürt vekil Saliha Aydeniz’in dokunulmazlığının TBMM’deki karma komisyonda kaldırılmasına el kaldıran İYİ Parti’yle mi burjuva devlet ve siyaset “restore” edilecek?

Kürt halkının ve HDP’nin mücadelesine, direngenliğine duyulan saygı ve onların ihtiyaç duyduğu desteğin Türkiye cephesinde on yıllardır yaratılmamasının ayıbı ve utancı bize aittir. Buna rağmen HDP’nin, Kürt halkına ve onun özgürlük mücadelesine düşmanlıklarını defalarca göstermiş burjuva muhalefeti ile “cumhuriyetin restorasyonu” hedefiyle kol kola girme ısrarına itiraz ve eleştiri hakkımız da bakidir.

Bu noktada işçi sınıfı önderliğinde sosyalist bir devrimi hedefleyenlerin bu süreçte çetin bir sınav vereceği aşikardır. Tarihin elverişli bir dönemine rağmen başta işçi sınıfı ve emekçilerin radarına hâlâ girilmemesinin arkasındaki temel nedenlerin başında işçi sınıfını merkeze alan güncel program eksikliğidir. İşçi sınıfının bazen hızlanan ama göreli olarak ağır tempoyla devam eden canlanma emarelerine rağmen bütünlüklü bir programa sahip siyaset sayısı hiç noktasındadır.

Önümüzdeki aylar çok ciddi çalkantılara gebedir. Çalkantı dönemlerinde işçi sınıfı ve emekçiler eğer kendi sınıfsal programına ve pratiğine sahip bir hareket yoksa şu iki eksende hareket eder: Ya gerici yanları ile ya da -istemeseler bile- kendilerine daha makul gelen burjuva ve küçük burjuvazinin peşine takılırlar.

İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerce görülmek isteniyorsa yapılacak ilk ve en önemli göndere işçi sınıfı ve emekçi kitleleri hedefleyen program çakılmak zorundadır. Havadaki elektrik iyice yüklendi. Bugün yarın bir şimşek çaktığında “yerden önce göğün gürlemesi” gerekir.

ALINTERİ

Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir