10 Ekim Katliamı: “Bırak yıkansın gökyüzü / İşte şafaktayız gene” / Oya Açan

Rosa’nın “Karşı devrim, devrimini yapamamış işçi sınıfına kesilmiş cezadır” sözünde saklı olan büyük sorumlulukların ciddiyetine uygun adımlar atanlardandı onlar. Ölümsüzlüleşmeleriyle bütün bunlar için nasıl sonuna kadar gönüllü bir adanmışlık içinde olduklarının altını çizdiler.

Dünya gördü bizi boğazladılar

Tutma gözyaşlarını

Onur da ağlar.

Bırak yıkansın gökyüzü…

İşte şafaktayız gene

Çırılçıplak ve mavi… [A. Arif]

10 Ekim Barış ve Demokrasi mitingine gitme kararını almaları o kadar da kolay olmamıştı. Keza hemen hepsi farklı ekollerden gelseler de sosyalist dünya görüşüne sahipti. Emperyalist kapitalist sistemde, faşist kurumsallaşmanın köklü olduğu bir coğrafyada gerçek barışın ancak bu düzenin yerle bir olmasıyla gelebileceğini düşünüyorlardı, bu kesitte “barış” demenin işçi ve emekçilerde boş hayaller yaratmak anlamına geldiğine inanıyorlardı. Ancak onlarca yıldır büyük acılar pahasına varlığını yeniden inşa eden bir halkın ekmekten-sudan daha fazla ihtiyaç duyduğu büyülü bir kavrama dönüşmüştü barış…

Yunan şair Ritsos’un Barış şiirini defalarca okuduğunu bildiğim Maviş, Kürt halkı için bu kavramın nasıl bir anlam taşıdığını çok iyi biliyordu. Siyaseten olmasa bile halkın özlemi olarak bu sese bigane kalınamayacağını düşünüyordu. Tıpkı içlerinden onun kadar olmasa da temel çizgileriyle tanıdığım Tekin Abi, Erol ve Tayfun Abi gibi… İsmail Abiyse o savaşın içinden geçmiş ve savaştan, şovenizmden, ırkçılıktan nefret duyarak hayatına yön vermiş bir yoldaşımdı. İlk gençlik yıllarımdan beri tanıdığım yüreğinin nerede bir zulüm, haksızlık varsa orada atacağını bildiğim yoldaşım… Gazi Abi’yi tanımasam da o mitinge gelmiş olması her şeyin özeti zaten.

O kesit hepimiz için travmalarda doluydu. Sosyalist-komünist-devrimciler açısından bundan daha doğal ne olabilirdi ki… Yanı başımızda kentler yerle bir ediliyor, bir halkın en gözüpek evlatları diri diri yakılıyordu ve bizler oradaki “heval su, su” çığlıklarını öncüsü olduğumuzu iddia ettiğimiz işçi sınıfına, emekçilere taşıyamıyorduk. Tarihsel kökleri hayli derin olan şovenizmle sınıf bilinci temelinde örgütlenmiş bir proleter hareket olup hesaplaşamıyorduk, alt edemiyorduk. Rüyalarımız bile o savaşın iğrenç çehresiyle karabasana dönüşürken içimizdeki çığlığı toplumsal bir çığa dönüştüremiyorduk. O kesitte hemen tüm devrimci ve komünistler benzer duygular yaşamıştır eminim.

Daha fazlası da söylenebilir: Türkiye Devrimci Hareketi’nin tarihi boyunca yaşamış olduğu en ağır travmalardan biriydi. Yaşadığı tarihsel gerileme ve kırılmanın boyutlarıyla da bir kez daha hesaplaştığı günlerdir.

Bu sancıları İnşaat-İş pankartıyla o alana gidenlerin herbiri yaşıyordu. Yakından bildiğim, 10 Ekim’de parçalanan bedeninden geleceğe uzanan köprüler kuran Maviş’ti. Temellerinde güçlü bir proletarya enternasyonalizmi olan İnşaat-İş’in kurucularından olan Maviş, Kürt halkının yaşadığı acıları, haykırdığı barış çığlıklarını ta yüreğinde hissediyordu. Tekin Abi, Erol ve Tayfun Abi için de bu böyleydi.

IŞİD barbarlığı Kobanê’yi, dolayısıyla Kürt halkının özlemlerini, örgütlü gücünü yerle bir etmek için ağababalarının da desteğiyle saldırıyorken sendika olarak “Kobanê’deki kardeşlik köprüsüne bir tuğla da sen koy!” şiarıyla başlattıkları kampanya o zamanlar önemli bir etki yaratmıştı. Bu etki onları anlatılmaz derecede mutlu etmişti. Mutlulukları kampanyanın IŞİD barbarlığına karşı destanlar yaratan Kürt halkının şovenizmin etkisi altındaki Türkiyeli emekçiler üzerinde bile yarattığı olumlu etkiyi görmelerine zemin sunmasından, bu gerçeğe kan taşıyacak bir çalışmayı başlatmış olmalarındandı.

Tüm bu gerçeklerle tartıştılar Ankara mitingine gidip gitmemeyi. Barış konusundaki ideolojik tutumlarını bu kavramın mazlum Kürt halkı için nasıl bir anlam taşıdığını bilerek aşmışlardı. İşin bir de mitingi düzenleyen sendika ve meslek örgütlerine duydukları tepki kısmı vardı. Bir halkın diri diri yakılmasına, cenazelerinin günlerce sokaklarda kalmasına, buzdolaplarında saklanmasına rağmen anlamlı bir tepki göstermemiş olmalarına özel bir tepki duyuyorlardı. Belirli bir toplumsal gücü temsil eden, isteseler bu gücü faşist devletin tüm saldırılarını da göze alarak harekete geçirebilecek olan bu kurumlar, bu tarihsel görevlerini yerine getirmemişti. Bu açıdan tepki duyuyor, onlara güvenmiyorlardı. Yine de mitingi düzenlemiş olmalarını son kertede önemsiyorlardı. Keza bu miting, Türkiyeli işçi ve emekçilerin doğrudan Kürt halkının çığlıklarına ses olmak, o çığlıkları Türkiye’nin başkentinde yankılamak anlamına geliyordu, önemliydi.

Bu yüzden tartışmalar sonrasında pankartlarını hazırlayıp, otobüslere bindiler. O anlarını bilmiyorum, ama neşeli ve gönül rahatlığı içinde olduklarını tahmin edebiliyorum. Günlerdir ölüp ölüp dirildikleri bir konuda toplumsal bir tepki gösterilecek ve onlar da bunun bir parçası olacaklardı.

Tekin Abi ve Erol İnşaat-İş’in Kobanê için düzenlediği kampanyanın finalinde sınırı geçerek, oradaki koşulları yerinde gören İnşaat-İş heyetindeydi. O ziyaretin ertesinde nasıl bir enerji ve yüksek gönüllülükle kampanyaya asıldıklarını hatırlıyorum.

Yüreklerinin zenginliği, bilinçlerinin açıklığıyla yola çıktı herbiri. Çıkmasalardı kahrolurlardı, kendilerine olan saygıyı yitirirlerdi.

Rosa’nın “Karşı devrim, devrimini yapamamış işçi sınıfına kesilmiş cezadır” sözünde saklı olan büyük sorumlulukların ciddiyetine uygun adımlar atanlardandı onlar. İşçi sınıfının devrimcileşmesinin aciliyetine uygundu hareketleri. Her şeyi hızlı yapmak, her yere yetişmek, yapabileceği her şeyi hakkıyla yapmak, yapamayacaklarını bilmek ve yapabilmek için çabalamak…

Ölümsüzlüleşmeleriyle bütün bunlar için nasıl sonuna kadar gönüllü bir adanmışlık içinde olduklarının altını çizdiler. Sonuna kadar!

Onları sonsuzluğa uğurladık, sonsuza kadar öfke ve görev bilinciyle hatırlayacağız!..