Merkez üssü Maraş ve Antep olan 6 Şubat depremleri çok geniş bir alanda büyük yıkıma yol açtı. Depremden Kürt, Arap ve Alevi halkımızın yoğun olduğu 10 il ve ilçeleri etkilendi.
Can kayıpları ve hasar çok büyük. Gerçek tabloyu görmekten henüz çok uzağız. Ama ilk 36 saat içinde görüp öğrendiklerimiz bile 1999’daki Gölcük-İstanbul depremini aşan ağırlıkta bir can kaybı ve yıkımla karşılaşabileceğimizi düşündürüyor.
Şu anda on binlerce insanımız enkaz altında kurtarılmayı bekliyor ya da can verdi. Sadece enkaz altında kalanların değil dışarıda olanların da ağır kış şartlarında hayatta kalmaya çalıştığı korkunç ve ağır bir tablo var karşımızda. Yüz binlerce emekçi soğuk, kar ve yağmur altında ne yapacağını bilemez halde aç bilâç sokaklarda.
Yıkımın bu kadar büyük olması peş peşe yaşanan depremlerin şiddetinin büyüklüğünden kaynaklanmıyor. Bu bütünüyle vurguncu kapitalist açgözlülüğün büyüklüğünün sonucu. Çoğu son 20 yılda inşa edilen binaların çürüklüğünün, olmayacak yerlerde inşaat yapmanın, demirden-çimentodan çalmanın, kısacası insan hayatını ve doğal tehlikeleri umursamamanın sonucu. Japonya ya da ABD gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde 7,5 ya da daha büyük şiddette depremler yıkıma yol açarken Türkiye’de 5,5 ve üzeri şehirleri enkaz yığınına çevirmeye yetiyor.
İnsan hayatını hiçe sayan bu açgözlü kâr hırsının neden olduğu felaket tabloları bu depremde de daha ilk saatlerde karşımıza çıkmaya başladı. Deprem bölgesinde hemen her yerde yandaş müteahhitlere peşkeş çekilen neredeyse bütün kamu binaları yıkıldı. Hatay’da 3 hastane tamamen çöktü, 2 hastane ağır hasar gördü. Öte yandan Urfa’nın Haliliye ilçesinde yıkılan toplam 6 binadan 6 katlı olan bir apartmanın, girişindeki otomobil galerisine alan açmak için kolonlarının kesilmesi yüzünden yıkıldığı anlaşıldı.
Daha öncekiler gibi bu deprem de bu açgözlü sömürü, yağma ve talan düzeni gibi onun bekçisi devletin de gerçek yüzünü açığa çıkaran yeni bir örnek oldu. Böyle bir deprem beklendiği halde dev bütçesiyle dudak uçuklatan AFAD aradan saatler geçtiği birçok yere uğramadı bile. Adıyaman’da enkaz altında donmuş bedeni depremden 36 saat sonra çıkarılan 12 yaşındaki bir kız çocuğunun annesinin çığlığı sergilenen bu atalet ve beceriksizliğin acı bir özeti adeta: “Yavrum soğuktan, yağmurdan ölmüş. Dün niye gelmediniz?..”
Depremin vurduğu istisnasız bütün yerleşim birimlerinde aynı isyan ve çaresizlik çığlığı yükseliyor. Halkımız kendi olanaklarıyla enkazı kaldırmaya, altında kalan yakınlarını, komşularını, insanları çıkarmaya çalışıyor. Savaş, yağma, talan ve katliama göre örgütlenmiş devlet ise can kurtarmaktan bihaber. Ne enkaz kaldırma konusunda eğitilmiş yeterince ekip ne yeterli iş makinası ne çadır ne seyyar mutfak… Kürdün tepesine bomba yağdırmaya gelince gökyüzünü kaplayan helikopterlerden, teknolojik araç-gereçlerden eser yok ortada. Sadece camilerden sela, 7 günlük yas, okullara tatil! Devletin verdiği ilk tepkiler bunlar. Arkasından OHAL ilanı! Çünkü bugün çaresizlik içinde yardım bekleyen bu acının yarın öfke patlamalarına dönüşeceğini onlar da iyi biliyor.
Her zaman olduğu gibi yine devrimciler ve halkımızın dayanışma duyguları harekete geçti hemen! Başka dost güçler yanında BMG bileşenleri de “Şimdi dayanışma zamanıdır” düşüncesiyle derhal organize olup deprem bölgelerine koştular. Kurtarma çalışmalarına katıldılar, enkaz kaldırmaya giriştiler, kıyamet koşullarında sokakta kalan halkımızın ihtiyaçlarını karşılamak için yurt içinde olduğu gibi Avrupa’da da dayanışma ağları örgütlemeye giriştiler. Tablonun ağırlığı, bu çabaları olabildiğince genişletip birleştirerek büyütmeyi ve yetkinleştirmeyi gerektiriyor.
Faşist rejim bu çabaları OHAL sopasını kullanarak engellemeye çalışacaktır. Buna karşın bizler bedel ödeme pahasına da olsa dayanışmayı büyütüp genişletmekte ısrarlı olmalıyız. Bu ısrar ve çatışmanın kendisi burjuva devlet ve faşist rejimin içyüzünü teşhir edecektir.
Bir taraftan dayanışmanın sıcaklığını deprem bölgesindeki insanlarımıza taşırken diğer taraftan yıkımın büyüklüğünün gözü kârdan başka şey görmeyen kapitalizmin insanlık dışı karakteriyle burjuva devletin vurdumduymazlığından kaynaklandığı gerçeğini gündemde tutmayı ihmal etmemeliyiz.
Burjuvazi ve dinci gericilik depremi ‘önlenmesi mümkün olmayan bir doğa olayı’ ve ‘kader’ olarak göstermek için elinden geleni yapacaktır. Buna karşı bizler bu felaketlerin artışıyla doğanın talanı ve iklim krizi arasındaki bağlantıyı sergilemeliyiz. Dahası faturanın bu kadar ağır olmasına yol açan devletin vurdumduymazlığı ve hazırlık yetersizliğinin kaynakların oluk oluk savaşa ve silahlanmaya harcanmasından, yandaş müteahhitlere ve sermayeye peşkeş çekilmesinden kaynaklandığını göstermeliyiz.