“Canı cehenneme
başkasının yangınıyla ısınanın
evini ısıtıp yemeğini pişirenin” (Şükrü Erbaş)
Açlık ve yoksulluk sınırının aydan aya bile geometrik olarak arttığını grafiklerle göstermek gerekmez. Herkes bunu kendi yaşam koşullarından gayet iyi biliyor. Enflasyon işçi ve emekçileri, halkları silindir gibi ezerek doludizgin ilerliyor. Gıda kalemindeki artış son bir yılda yüzde 150’leri buldu.
Türkiye çocuk yoksulluğunda üçüncü, dünya gıda enflasyonu rekortmenleri listesinde 4. sırada yer alıyor. AB’nin siyasi ve coğrafi sınırlarını korumak için 4 milyondan fazla göçmenin başına bekçi olarak atanmış Türkiye, kadın kırımının, iş cinayetlerinin tavan yaptığı bir coğrafya. Bütün bunlar neoliberal yıkımın, emperyalist kapitalizmin yaşadığı yapısal krizin, savaş ve işgal politikalarının halkları nasıl kıskaca aldığının göstergesi.
İşçi sınıfının boğulduğu sular
Hayat pahalılığı ve enflasyon oranını dahi karşılamayacak ücret artışlarıyla açlığa ve yoksulluğa mahkum edilen işçi sınıfı gözünü Aralığın sonlarına doğru “açıklanacak” asgari ücrete dikmiş bekliyor. Yoksulluk sınırı 26 bine fırlamışken açlık sınırında (8 bin) bir rakam telaffuz ediliyor büyük bir pişkinlikle. Burjuvazi bile sendika ağasının telaffuz ettiği bu rakamın üzerinde bir rakam telaffuz ediyorken, sendika ağası açlık sınırını kırmızı çizgi ilan edebiliyor.
İş cinayetleriyle kırılan, işçi kıyımlarıyla açlığa mahkum edilen işçi sınıfının bu çaresizlik içinde dayanabileceği sendikaları bile yok. İşçi sınıfı işbirlikçi sendikaların insafına terkedilmiş durumda. Patronların dayattığı orman kanunları karşısında geleneksel sendikal çizginin işbirlikçilik temelinde nasıl bir kastlaşma ve çürüme noktasına ulaştığı hepimizin malumu.
İçerde devlet zoru, dışarda işgal ve ilhak saldırıları
İçerde devlet zoru, dışarda işgal ve ilhak saldırıları alabildiğine yoğunlaşmış ve vahşileşmiş biçimde sürüyor. Seçim hesapları ince ince yapılıyor. Seçim var ama bir de işgal ve savaş hevesi var. Ukrayna savaşının yarattığı elverişli koşullarda Ortadoğu’da daha ileri bir karakol olarak rol kapma, bunu oya tahvil etme meselesi var. Dolayısıyla AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “bir kurşunun fiyatı”nı da hesaplayarak halktan yine fedakarlık isteyeceğini, içerde ve dışarda Kürt düşmanlığını köpürteceğini öngörmek için kahin olmak gerekmez.
Bilinci, tarihsel Kürt düşmanlığıyla on yıllardır zehirlenmiş Türkiye işçi sınıfının bu çürütücü girdaptan kolay kolay çıkamayacağını görmeliyiz. Ekmekle kurşun arasında, özgürlükle açlık arasında, emekle vicdan arasında, insan olmakla insan kalabilmek arasındaki ilişkiyi ortaya serebilmeliyiz.
Öyleyse bu zorlu dönemin en önemli görevlerinden biri -belki de en önemlisi- geniş kitlelere gerçeklerin içyüzünü anlatabilmektir. Bir yandan ekmeklerinin küçülmesi, hayatlarının cehenneme çevrilmesinin nedenlerini somut olarak göstermek bir yandan da söylenen yalanları somut gerçekleri ortaya koyarak nasıl kandırıldıklarını deşifre edebilmeliyiz.
Rakamlar ve gerçekler
TSK’nın Güney Kürdistan’da HPG gerillalarına karşı kimyasal silah kullanması -üstelik yeni bir şey değil, TC’nin varoluşundan bu yana devredeydi- görüntüleri izleyen ve insanım diyen herkesi isyan ettirdi. Deşifre edilmeye ihtiyacı yoktu, bu vahşice girişimmiş bir katliamdı. Sadece saptanması, adının konulması gerekiyordu. TTB Konsey Başkanı Şebnem Korur Fincancı, kimyasal silah kullanımına ilişkin “araştırılması lazım” açıklaması yaptığı için tutuklandı. ‘Sesini çıkaranın gözünün yaşına bakmayız’ın dünya çapında bir bilim insanı nezdinde gözlere sokulmasıydı bu taktik. ‘Cesaretiniz varsa konuşun’ gözdağıydı herkese.
Öncesi de bir yana, son beş yıldır Rojava Kurdistanı’na dönük saldırılar hiç dinmedi. TC, IŞİD eliyle yapamadığını şimdi aralarında uzlaşma sağladığı çeteleriyle hayata geçirmeye çalışıyor. Taksim bombalaması da bu amaçla tezgahlanmıştır. 19 Kasım’da Rojava’ya dönük hava saldırısı sivil yerleşim alanlarını yerle bir etti; elektrik, gaz ve petrol istasyonları, hastaneler, okullar, fabrikalar vuruldu.
TSK, her zaman yaptığı gibi kayıplarının üstünü özenle örtmeye çalıştı fakat işin rengi, on yedi asker cenazesi Hakkari’ye getirilince ortaya çıktı. Açıklama yapmak zorunda kaldılar, yıldırım çarpmasıyla ölenler olduğunu bile söyleyebildiler. Bu yalanlar, bu karartma faaliyetleri kitlelerin bilincini bulandırmak içindi, üstelik sürüyor.
Her şey bir yana, kendi askerlerini yaktılar bunlar!
Sadece “şehit” olduğunda ziyaret ettikleri kendi “Mehmetçik”lerini!.. Görüntülerin açıklanmaya ihtiyacı yoktu. Rakamlar yoktu, hareketli görüntüler vardı. Kirli bir savaşın bütün unsurları vardı. Kimyasallarla kavrulan bedenlerden sonra, ortadan kaldırılmasının elzem olduğu düşünülen asker cesetleri vardı. Nasılsa “terör örgütü” yaktı yalanını daha sonra yandaş medya üzerinden dolaşıma sokarlardı!
Savaşın uzaması ve giderek vahşi biçimler almasıyla ekmeğin küçülmesi ve özgürlüklerin budanması arasındaki doğrusal bağlantıyı geniş kitlelere göstermeyi başaramazsak hiçbir şansımız olmaz.
Ucuz emek cenneti, acımasız can pazarı
Burada asıl iş “Açlığa, işgale, faşizme karşı TEK YOL DEVRİM!” diyen BMG güçlerine düşüyor.
İşçi direnişleri, fabrikalar, sanayi havzaları, emekçi evleri, okullar, sokaklar savaş ile ekmek, özgürlük ile açlık arasında daha fazla kâr için kanla dönen bu çarkı kitlelerin görüş alanına sokmamız gereken yerler olmalı. Gerçekleri bütün açıklığı ve çarpıcılığıyla yeniden yeniden anlatmalıyız. Bulunduğumuz her alanda onlarla, bilinci bulandırılmış, geleceksizlik girdabında belirsizliğe itilmiş emekçilerle yatıp kalkmalı, onların hayatına da kafalarının içine de, duygu ve düşüncelerine de nüfuz edebilecek bir yoldaşlaşma yaratabilmeliyiz.
Kimyasalla kavrulan o gepegenç gerillaların acısını herkes taa içinde duymalı. TSK’nın kendi askerlerini nasıl barbarca yaktığını herkes görebilmeli.
“Ucuz emek cenneti” olarak tanımlanan Türkiye’de insan canının neden bu denli ucuz olduğunu daha derinden kavramalı.